“Kara Kış” dedikleri kışın tam ortasındayız. Gökyüzü simsiyah bulutlarla dolu… Dışarıda ardı arkası kesilmeyen sağanak yağmur... Sokaklarda ayak sesleri susmuş… Onların yerini uğuldayan rüzgârın sesi almış. Sokak hayvanları ve kuşlar kim bilir hangi kuytulara sığınmışlar ki onlardan da eser yok. Doğa kendine düşeni yerine getiriyor. Yazın kuraklığını bol bol gidermeye çalışıyor. Çatlayan toprakları suyla doyuruyor, yer altı kaynaklarını doldurup yaza hazırlıyor. Dengesini ve son sözün kendinde olduğunu iklimlerle de anlatmaya çalışıyor. Ne mutlu bunu anlayana…
Yıllar önce yine böyle bir Aralık günüydü. Tarih 21 Aralık 1963.. Günlerden neydi hatırlamıyorum da o gün annemin yaptığı yemeği hatırlıyorum nedense. Hava yine yağmurlu ve soğuktu tıpkı bu günkü gibi. Annem ısınmamız için evdeki odun sobasını yakmış, üstünde Baf usulü katmer ve kabak böreği pişirmişti. Gece neler olacağından habersiz sıradan bir gündü işte.
Akşam yavaş yavaş tenha evlerden oluşan mahallemize inmiş, neredeyse yatma zamanı olan geceye ulaşmıştı ki avluda telâşlı seslerin duyulmasıyla hepimiz dışarı fırladık. Avluda babam ve mahallenin diğer erkekleri hararetli hararetli konuşuyorlardı. Etrafta bir korku ve panik havası vardı. Buna sebep de Lefkoşa’dan gelen bir haberdi. Rumlar Tahtakale mahallesinde sudan bahanelerle iki türkü öldürmüşler; bu durumu kınamak amacı ile gösteri yapan lise öğrencilerine ateş etmişlerdi. Baf’ta da her an olaylar başlayabilirdi. Bu haberi telgraf dairesinde yeni göreve başlayan bir Türk memur ( Faik Kasapoğlu) tesadüfen iki yetkili Rum’un haberleşmelerini dinleyerek öğrenmiş ve Baf’lılara haber vermişti.
21 Aralık 1963 hayatımızın akışını büyük ölçüde değiştiren bir tarihtir. Sadece bizim değil, Türk olsun Rum olsun Kıbrıs halkının kaderi bu tarihle birlikte değişmiştir. Rumlar daha önceki yıllarda da Türk halkını taciz etmek gayesiyle fasılalarla olay çıkartıyorlar; tenhada buldukları Türkleri öldürüyor, yollarda barikatlar kurup arabalarında arama yapıyor, sudan bahanelerle rahatsız ediyorlardı. Bu sinsi tacizler 21 Aralık günü iyice artmış aşikâra dönmüştü nihayet.
O gece tüm mahalleli çok korktuk. Bu yüzden de sınırda olan evlerimizden çıkıp Türk mahallesindeki akrabaların, dostların evlerine sığındık. Ertesi gün dönmeyi umut ettik ama terk ettiğimiz evlerimize ne yazık ki bir daha dönemedik. Çünkü olaylar yatışmamış, aksine gün geçtikçe daha da alevlenmişti. Bu yüzden Rum mahallelerinde, sınırda oturan Türkler Mutallo denilen bölgede toplanmış, bir kısmı da ilkokul binasına yerleştirilmişti. Okulun her odasında birkaç aile birlikte kalmak durumundaydı. Bize de küçük olan müdür odasını verdiler. Esasen kalabalık bir aileydik ve oraya ancak sığıyorduk.
Okulda yüzlerce kişi barınıyordu “göçmen” olmuştuk. O güne kadar bu sözcük kelime dağarcığımızda pek de yer almamıştı. Anlamını evi ter etmek zorunda kalınca anladık ve hiç unutmayacak şekilde belleğimize kazıdık göçmenliği. İlk zamanlar bu durum pek dokunmamıştı bize. Nasılsa bir gün gerçek evlerimize dönme umudumuz vardı. Hatta daha kalabalık bir arkadaş grubumuz olduğu için seviniyorduk bile. Nereden bilebilirdik ki Aralık 1963 te ayrıldığımız evlerimize bir daha dönemeyecektik ve hep göçmen olacaktık…
İki toplum arasındaki gerginlik her gün biraz daha tırmanıyordu. Her gün civar köylerden ve Kasabanın içinden gelen acı haberlerle sarsılıyorduk. Okullar kapatılmıştı. Tam bir savaş hali vardı. Eli silah tutan erkekler “mücahit” olmuşlardı. Kadınlara da silah eğitimi veriliyordu. Açlık ve susuzluk vardı. Okul çeşmesinden akan iplik gibi su içmeye bile yetmiyordu. Yıkanmak artık bir lükstü. Rum sularımızı da kesmişti. Türkiye’ den gelen mercimek, nohut, fasulye, bakla gibi kuru yiyecekler “raşon” adıyla halka dağıtılıyordu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen bizi ayakta tutan tek güç vardı ki o da, kader birliği ve dayanışmanın getirdiği yakınlık ve güven duygusuydu. Daha önce tanımadığımız insanlarla paylaşacak o kadar çok şeyimiz olmuştu ki…
21 Aralıktan sonra olaysız geçen gün neredeyse hiç yoktu. Etraf adeta kan ve barut kokuyordu. Tenhalardan veya yollardan insanlarımız kaçırılıyor ve bir daha da onlardan haber alınamıyordu. Çocuk, genç, yaşlı şehitlerimizin naaşları barış gücü askerlerince Türk mahallesine getirilip yakınlarının gözleri önünde sokaklara bırakılıyordu. Barış gücü sadece bunu yapıyordu. Yalnız Baf’ta değil, Kıbrısın her tarafında durum bundan farklı değildi. Kayıplar, esirler, şehitler… O şehitler ki mezarları terk edilen diyarlarda mahzun kaldı. O şehitler ki bu toprakların selameti için canlarını feda etti. Türklük adına o kadar mücadele, o kadar fedakârlık değdi mi diye düşünmeden edemiyorum şimdi. 21 Aralık Şehitler haftası bana tekrar o günleri yaşattı. Kaybettiğimiz insanlar gözlerimin önünden geçti. O günlerde içim nasıl yandıysa yine öyle yandı ama onların hepsine Tanrıdan rahmet dilemekten, ruhları şad olsun demekten başka da bir şey gelmiyor ki elimden…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.