"Elimde telefon, yatay selfie pozisyonunda tam 1 saat 38 dakikadır kıpırdamadan duruyorum. Kıpırdamamam lazım çünkü ekranda kendi suretim değil, ’90’ların en özel hitlerinden birini, Duymak İstiyorum’u yaratmış olan Cemali’nin Ali’si duruyor. O 10 bin kilometre uzakta San Francisco’da, ben ise İstanbul’dayım. İlginçtir, bunca yıllık röportajcılık mesaimde hiç görüntülü söyleşi yapmamışım. Bu konuda ne kadar tecrübesiz olduğum, telefonu röportaj öncesi kafa hizamda bir noktaya sabitlemeyi, ne bileyim kütüphane rafı, masa üstünde ansiklopedi tepesi gibi bir yüksekliğe koymayı akıl edemeyişimden belli oluyor. 1 saat 38 dakika içerisinde kolum sızlama, zonklama, uyuşma ve hissizlik evrelerinden geçerken, o burun kıvırdığınız Survivor’da yarışmacıların neler çektiğini gönülden anlayabiliyor ve kendimde de bir şampiyon olma potansiyeli görüyorum.
San Francisco’da büyüyen, 1995’te Türkiye’de çıkardıkları ilk albümleriyle geniş kitlelere ulaşan Cem ve Ali Tosun kardeşlerin (ki Amerika’da Aleks ve Mike isimlerini kullanıyorlar) müzikle bağı devam ediyor. Üzerinde çalıştıkları yeni bir albümün yanı sıra 10 sene önce kurdukları Focal Productions’la pek çok proje için müzik üretiyorlar. Esas sürpriz ise çok başarılı oldukları başka bir girişimleri. Dokuz yıl önce açtıkları Godfather’s adlı burger restoranları şehrin ‘en iyiler’ listelerine çoktan girmiş. Müşterileri arasında Mark Zuckerberg’den Al Pacino’ya kadar yok yok.
Cem Tosun bir seyahatte olduğu için abisi Ali ile yapıyorum görüşmeyi. Sanctuary adlı stüdyolarından bana ‘merhaba’ diyen, son derece sıcak, alçakgönüllü ve içten olan Ali Tosun, tabii ki önceden telefonunu sabit bir yere koymuş, sandalyesinde elini kolunu rahatça hareket ettirerek benimle konuşuyor.
Her taşındığımız yerde küçük de olsa bir stüdyomuz olurdu. Müzik böyle başladı. Yani aşık müziğini al, industrial underground indie müzikle birleştir, e bunun arasında kendimizi nasıl bulabilecektik? Sanırım sonuç Cemali oldu.Ali Tosun (Cemali)
Hikayenizi biraz başa sarıp sizi hangi rüzgar San Francisco’ya attı onu öğrenmek istiyorum. Ne sebeple Amerika’dasınız?
Ailemiz sebebiyle. Bizimkiler yıllar önce New York’a yerleşmişler. Babam biraz macera seven biri olduğundan daha sonra Kaliforniya’ya taşınmış, hatta bu bölgenin yani Bay Area San Francisco’nun hemen hemen ilk Türklerinden sayılır.
Öyle mi? Hangi yıllar?
'70’lerin başı. Babam çok iyi bir terzi. O dönem New York’tan iyi bir şirket Yunanistan, İtalya ve Türkiye’nin en iyi terzilerini toplayıp New York’a getirtmiş. Babam bir-iki sene sonra kendi işini kurmuş. Ardından San Francisco macerası. Biz '80’lerin başında geldik.
Yani önce babanız, sonra siz?
Evet. Ortaokulu San Francisco’da okuduk, liseyi Antalya’da bitirdik, sonra tekrar buraya döndük.
Esasen Antalyalı mısınız?
Malatya ve Antalya karışımı. Babam Malatyalı. İlkokul dönemlerinin çoğu Malatya’da geçti.
İki kardeş misiniz?
Bir kız kardeşimiz daha var. En büyükleri benim. Cem’le aramızda bir yaş var, zaten onunla ilişkimiz kardeşlikten ziyade arkadaş gibi. Üniversite döneminde roommate’tik, arkadaş gruplarımız, dinlediğimiz rock grupları aynıydı.
Kimleri dinleyerek büyüdünüz? Ailede farklı bölgelerden gelen bir kültür zenginliği var ama aynı zamanda Amerika’da büyüyorsunuz.
Aslında şöyle baştan alayım konuyu. Baba tarafından aşık müziği kökenli bir aileden geliyoruz. Hemen hemen herkes halk müziği, aşık müziği yapıyor. Babamın acayip güzel sesi var, şu an Arizona’da yaşıyor. Kuzenler de dahil hemen hemen herkes bağlama çalıyor. Amcalarımdan biri kendi parçalarını da yazıyordu. San Francisco’ya o kültürün içinde yetişerek taşındık fakat burada daha farklı müziklere daldık. Daha indie, underground müzikler. Takıldığımız kulüpler ağırlıklı olarak endüstriyel, underground grupların çıktığı mekanlardı. Üniversite döneminde de electro-industrial gruplar dinlemeye başladık; Ministry, Skinny Puppy, Revolting Cocks… Tabii dinlediğimiz rock grupları da vardı. Şu anda eski plaklarımız burada (hemen arkasındaki plakları gösteriyor). Mesela The Smiths, The Cure, Cabaret Voltaire, New Order, Peter Gabriel, tabii ki David Bowie, Iggy Pop… O tarz müziklerden etkilenmeye başlayınca kendi stüdyomuzu kurduk. Her taşındığımız yerde küçük de olsa bir stüdyomuz olurdu zaten. Müzik böyle başladı. Yani aşık müziğini al, industrial underground indie müzikle birleştir, e bunun arasında kendimizi nasıl bulabilecektik? Sanırım sonuç Cemali oldu.
İlk demolarımızı Türkiye’deki yapım şirketine götürdüğümüzde ne yaptığımızı anlayamadılar. O dönem pop müzik yükselmeye başlamıştı. Serdar Ortaç’ın, Tarkan’ın popüler olduğu dönemler. Yine de bize, ‘OK hadi yapalım’ dediler.Ali Tosun (Cemali)
Müziğin köklerinde önemli yerler tutan müzisyenlerin, grupların çıktığı bir bölgede yetişmişsiniz. Bunun size çok artısı olmadı mı?
Tabii kesinlikle oldu. Sanıyorum bizim için Cemali olarak en heyecan verici tarafı, lise ve üniversite döneminde etkilendiğimiz müziklerin Türkçe versiyonunu nasıl yapabiliriz diye düşünmek oldu. Ben sinema okudum, yönetmenlik üzerine master yaptım. Cem psikoloji okudu. Fakat ikimiz de okuduğumuz dalda hemen hemen hiç çalışmadık. Kendi kendimize enstrüman çalmayı öğrendik. Üniversiteden sonra Türkiye’de albüm anlaşması imzaladık. Tabii çok zorluklar da çektik. İlk demolarımızı Türkiye’deki yapım şirketine götürdüğümüzde ne yaptığımızı anlayamadılar. O dönem orada çok iyi müzik yapan rock grupları vardı, elektro rock ya da industrial rock grupları da. Hatta tanışıyorduk Kadıköy’deki barlarda takılırken ama yapımcıların bunlardan haberi yoktu. O dönem pop müzik yükselmeye başlamıştı. Serdar Ortaç’ın, Tarkan’ın popüler olduğu dönemler. Yine de bize, ‘OK hadi yapalım’ dediler.
Kim dedi?
Klip Müzik Yapım. Parçaları beğendiler ama, ‘Bakın çocuklar Serdar Ortaç bunu yaptı, 1 numara oldu, bunları dinleyin’ diye kaset yolluyorlardı. Tabii ki yapmak istediğimiz o değildi. Kendi yaptığımız parçalara odaklandık, klibi de burada çekmek istedik.
Duymak İstiyorum klibiniz unutulmazdır. Siyah-beyaz oluşu, tonu, ruhu, karanlık hali o dönem için farklı bir şeydi.
Evet birazcık film noir havası vardı. Biraz da şiirsel olmasını istedik, bir konuyu anlatmasın, mysterious olsun. Sinema okurken film noir ilgimi çeken janralardan biriydi. Kemik bir ekip topladık burada. 16 mm negatif filmle çektik. Bütçe o kadar kısıtlıydı ki, şehir içindeki görüntüler belediyeden izin almadan el kamerasıyla çekilmişti. Bazı şeyleri Türkiye’de kaydettik, Klip Müzik’in kendi stüdyosunda. Orada bizim altyapıları yavaştan yavaştan değiştirmeye başladılar. Yaylı istediler, yaylı dediği de çello gelse eyvallah ama arabesk yaylılar. Ruh olarak uymuyordu. Birkaç parçayı kurtardık ama çoğuna yaptılar. Arkasından klibi gösterdik, şirketteki herkes, 'Ya bütçe mi yetmedi, niye siyah-beyaz?' dedi, ki negatif sinema filmi renkliden daha pahalı. Çünkü sadece birkaç yerde yıkanabiliyordu. Nasıl anlatacağını bilemiyorsun, ‘Yok bu bir tarz’ diyorsun. Hatta bir gün bütün sanatçıları Levent’te şirkette toplamışlar, Türkiye’nin starları orada. Şarkıcılar, yapımcılar, o dönemin sözüm ona klip yönetmenleri, kokteyl gibi bir şey yapıyorlar. Bizim klibi koydular, ‘Böyle bir şey var, ne dersiniz?’ diye. Biz Cem’le artık İngilizce küfürler, ‘What the fuck is going on man?’ diye (gülüyor). Cem hani biraz daha psikoloji okumuş, ‘Keep it cool’ diyor. Herifler boktan müzik yapan tipler ama star olmuşlar. Çoğu iyi insan, kaba değiller ama birçoğunun izlenimi şöyleydi, ‘Parça güçlü, şöyle renkli canlı bir klip çekin.’
Dinlemediniz tabii.
Tabii. O dönem Kral TV çok büyüktü, ardından Number One geliyordu. Ömer Karacan başındaydı, yabancı-Türkçe kaliteli şeyler çalıyordu, ayrıca ‘promosyon’ denilen rüşvetle çalışan bir kanal değildi. Kral TV’ye hatırladığım kadarıyla 20 bin Dolar veriyordun ki Top 20’ye girebilesin. Daha klibi, sanatçıyı görmeden kanalla şirket pazarlığa oturuyormuş. Biz hiçbir zaman pazarlığa oturmadık. Tabii ki şirket bizim klibe güvenmediği için promosyon da yapmadı, sadece birkaç televizyona gönderdiler. İki gün sonra Metallica’nın Nothing Else Matters'ı çıkmıştı, onların da siyah-beyaz çok güzel bir klibi vardı. Baktık Number One TV’de bir onlar bir numara oluyor, bir biz. Ömer Karacan bizi çağırıyor, sohbet ediyoruz, hemen bizi yayına alıyorlar. Yani kendimizi ‘at home’ hissettik. Hatta bir gün ofisinde otururken Tarkan’ı aradı, ‘Bak Cemali diye yeni bir grup var, birazdan çalıyoruz seyret’ dedi. Yayından sonra Tarkan güzel şeyler söylemişti. Onun üzerine Kral TV tek tük oynatmaya başladı bizi ama hiçbir zaman Top 10, Top 20’ye girmedik.
Gerçekten mi?
Evet hiçbir zaman almadılar. Çok istek gelince yayınlamak zorunda kaldılar. Tabii parça birden patlayınca şirket de sahiplenmeye başladı.
Kaç satmıştı albüm?
500 bin.
Klibinizi ilk kez izlediğiniz anı hatırlıyor musunuz? Neredeydiniz?
Kadıköy’de, Anadolu yakasında. Eşimin ailesinin o tarafta evi vardı, onlardaydık. Eşimin bir arkadaşı haber verince açmıştık, heyecanlı olmuştu.
O zaman evli miydiniz?
Evet çok genç evlendim, 22-23 yaşında.
Çocuğunuz var mı?
21 yaşında bir oğlum var, kızımız da 12 yaşına girecek.
Ne güzel. Cem Bey evli mi?
Evet. Altı yaşında bir erkek, üç yaşında bir kız çocuğu var.
İki arkadaş gibi büyüdüğünüzü söylediniz ama aynı işi yaparken, bir de zor bir sektörün içinde olunca tartışmalar oluyor muydu?
Oluyor canım. Albümde 12-13 parça var diyelim, her parça üzerine şöyle bir beş-altı kavga oluyordu. 12’yle çarp (gülüyor). Ama ciddi kavgalar. Stüdyodan çıkıp bir hafta gelmemeler falan. Olması da lazım aslında, ortak noktayı o şekilde buluyorsun. İkimiz de sadece yorumcu değiliz, beste yapan, işin mutfağında çalışan insanlarız.
Mesela Cem Özer çok büyüktü o dönem fakat diyalog kuramıyorduk insanlarla. Hatta programa katılanlar kuliste otururken bize garip garip bakıyorlardı. Bir programda Sibel Can vardı, sohbet sırasında Cem bir espri yapınca, ‘Ay Cemal çok komiksin!’ dedi, ben de, ‘Evet ben de i!’ dedim (gülüyor).Ali Tosun (Cemali)
O dönemi nasıl hatırlıyorsunuz? Buradaki müzik piyasası sizin için biraz şoke edici olmuş. Ama sonuçta büyük bir başarı geldi.
Çok uzun süre kalmadık orada açıkçası. Birazcık kaotik geldi bize. Birkaç şarkıya daha klip çektikten sonra, yeni bir albüm yapmak ve birazcık da kaçmak istedik. Mesela televizyon programları öyle bir dizayn edilmişti ki, ağırlıklı olarak arabesk pop, klasik pop vardı. Birkaç şova katıldık, mesela Cem Özer çok büyüktü o dönem fakat diyalog kuramıyorduk insanlarla. Hatta programa katılanlar kuliste otururken bize garip garip bakıyorlardı. Bir programda Sibel Can vardı, sohbet sırasında Cem bir espri yapınca, ‘Ay Cemal çok komiksin!’ dedi Sibel Can, ben de, ‘Evet ben de i!’ dedim (gülüyor). Sağlam radyo-televizyon şovları da vardı ama kendimizi biraz yabancı hissediyorduk.
Konser veriyor muydunuz?
Evet. Ağırlıklı olarak üniversite konserleri, birkaç tane de turne oldu, Avrupa’ya da gidip geliyorduk. Ama bir gariplik vardı yani. Hani tipimiz kılığımız da klasik değildi.
Biraz Bonovari gözlükler ve siyahlar…
Evet aynen siyah giysiler vardı. Biz U2’nun çok aşırı hayranı değiliz ama Edge’in gitarları ve Bono’nun şarkı sözleri çok derin ve güzel. Klip çektiğimiz dönem genelde ikinci el kıyafetler alırdık. Üniversite öğrencisisin, ne yapacaksın, ikinci el mağazalara gideceksin. Aslında Cem o gözlüğü aldığında U2’nun o klibi henüz piyasada yoktu. Sonra klipte gözlüğü kullandı, birden bire ‘Turkish Bono’, ‘Turkish Depeche Mode’ olduk. Doğal olarak oluyordu bunlar.
Sonra başka kayıtlar da yaptınız.
Yuh Yuh şarkısını kaydettik, Aşık Mahzuni Şerif cover’ı. Alt yapısı biraz daha endüstriyeldi. Birkaç gün yayınlandı ama sonra sözleri sebebiyle yasaklandı. Onun üzerine biz biraz daha soğuduk. Universal Music bizi transfer etmişti, o heyecan verici olmuştu fakat meğerse başındakiler şirketi hortumluyorlarmış, şirket kapandı. Yeni albümümüz Hayat o döneme göre sağlam bir albümdü ve büyük bir hüsran oldu bizim için. Onun üzerine, ‘That’s it!’ dedik. Koskoca Universal’da bile böyle işler dönüyor, ‘Türkiye’de yapılmaz artık bu iş’ diyerek döndük.
Hangi yıldı?
2000’in başıydı. Albümün bütün haklarını devralıp öyle döndük.
Sizi hala merakla takip eden bir kitle var. Birkaç yıl önce yeni bir albüm yayınlayacağınızı duyurdunuz ve onun üzerinden de epey zaman geçti.
Şu anda miks mastering aşamasındayız. Birkaç ay sonra Sony’ye vereceğiz albümü. Bayağı iyi, konsept bir albüm oldu.
Kaç şarkı var?
12. Birlikte çalıştığımız arkadaşlar bu bölgeden çok sağlam arkadaşlar. Çok sağlam baladlar var. Bu saatten sonra bizim için, ‘Müzik yapacağız, popüler olacağız, paralar kazanacağız’ diye bir şey yok. Müzik her şeyden önce bir aşk, bir sevda, meditasyon bizim için. Hatta stüdyomuzun ismi The Sanctuary (tapınak). Ürettiğimiz, ruhumuzu koyduğumuz bir yer. O yüzden bir kaygımız, beklentimiz yok. Müziği hiç bırakmadık. Türkiye’de çıkarmayı düşündüğümüz bu albümün yanı sıra diğer işlerimiz de var. Mesela bir restoran işimiz var.
Tam onu soracaktım, sizinle ilgili araştırma yaparken şaşırdım, çok meşhur bir restoranınız varmış. Hatta, ‘San Francisco’daki en iyi burger’lardan biri’ diye yorumlar okudum. Nereden çıktı bu iş?
Cem’le ben yemek yapmayı çok seviyoruz. Burger’lar, biftekler, İtalyan mutfağı. Aklımıza bir fikir geldi. Burada hamburger restoranları diner dedikleri tarzda oluyor. Bizim temamız sinema. Designer bir aile dostumuz var, Derman Uzunoğlu. Hewlett-Packard’la, Apple’la çalışmış biri. Ona konseptten bahsettik, acayip heyecanlandı, birlikte çalıştık. Ürünlerin kalitesi çok önemliydi. Kuzey Kaliforniya’da çok iyi çiftlikler var. Bir sene falan araştırdık en iyisini nerede bulabiliriz diye. New York’tan ve San Francisco’dan çok iyi şefler getirtip menümüzü yarattık. Açılışından bu yana acayip popüler bir yer. Epeyce ünlü geliyor, Mark Zuckerberg, Al Pacino, Tim Cook. Ama asıl bizim hoşumuza giden şey, 80 yaşın üzerindeki insanların walker’la gelip yemekten sonra elimizi sıkmaları. O bizim için heyecan verici çünkü zamanında asıl taze etin, güzel hamburgerin tadının nasıl olduğunu onlar daha iyi biliyorlar.
.
Mark Zuckerberg’le tanıştınız mı?
Evet. İlk geldiğinde tanımadım ben (gülüyor). Evli değildi o dönem, kız arkadaşıyla gelmişti. Kapanışa yakındı, beysbol şapkası takmıştı. Yedikten sonra Facebook sayfasına ‘Godfather’s’da çok güzel hamburgerler var’ diye yazmış.
Aa sizin reklamınızı da yaptı yani!
Evet. Restorandan çıktıktan sonra yazmış. Cem beni aradı, derken herkes aramaya başladı, restoranı falan arıyorlar. Çünkü herkes görüyor tabii (gülüyor).
Hatta tüm dünya görüyor.
Cem’e, ‘Yapma ya!’ dedim, kredi kartı sliplerine baktım, M. Zuckerberg yazıyor. Bu arada kimse tanımadı, sadece ben değil, müşteriler de yani. Çünkü Silikon Vadisi insanları biraz daha relaxed insanlar. Bizim oraya bu bölgenin futbolcuları, beysbol oyuncuları da geliyor. Facebook, Electronic Arts, PlayStation, Sony, Oracle’dan CEO’lar da.
Fotoğraf çektiriyor musunuz?
Ben sadece bir tane beysbol oyuncusuyla çektirdim. O da artık ahbap gibi, çok geliyor. Bir de zamanında ona doping veren bir doktor var, hapisaneye çok girip çıktı, onlar arkadaşlar, o da geliyor (gülüyor).
Hani Bambi-Kızılkayalar gibi büfelerin duvarlarında ünlülerle çekilmiş fotoğraflar vardır, gözümde bir anda sizin Mark Zuckerberg’le fotoğrafınız canlandı da ondan sordum.
(Gülüyor) Biz rahatsız etmemeye çalışıyoruz doğal olarak. Oraya arkadaşlarıyla ya da aileleriyle beraber güzelce yemek yiyip şarap içmeye gelmişler, şartları zorlamak istemiyorsun. Fakat el sıkışıyorsun tabii.
Neden bu adı seçtiniz?
Benim dedem godfather’dı (gülüyor).
Gerçekten mi?
Yok mafya gibi değil, mistik anlamda. Takipçileri vardı. Ayrıca Francis Ford Coppola Winery ile çalışıyoruz, bayağı popüler oldu onun şarapları. Konsepti çok beğendiler. Şaraplarını bizim ürünlerle match yapıyorlar.
Türkiye’ye gidip geliyor musunuz?
Epeydir gitmiyorum, 10 sene oldu. Cem bir-iki defa gidip geldi. Ama internetten dolayı çok yakınız.
Yıllarınız San Francisco’da geçti, orası size ne kattı?
Burası çok liberal bir bölge olduğundan, bize geniş açı, hoşgörü kazandırdı. İnsanlara, dillere, dinlere, ırklara aynı gözle bakma ortamı sağladı sanıyorum. Türkiye’de büyük şehirlerde, İstanbul, İzmir, Ankara’da bu birazcık var ama diğer yerlerde pek yok. Dar bir bakış, bastırılmışlık, kapalılık var. O konuda şanslıyız sanıyorum.
Bu albümden sonra asıl yapmak istediğimiz şeylerden biri, Türkiye’de çok iyi müzik yapan, kaliteli arkadaşlarımız var, onlara prodüktörlük, aranjörlük yapabiliriz, yol gösterebiliriz, o da bizim için başka bir heyecan.Ali Tosun (Cemali)
'90’lar dönemini hatırladığınız zaman ne düşünüyorsunuz?
Sanıyorum bizim için büyük bir eğitim oldu, sanatçı olarak. Bir şey üretiyorsun, bunu insanların sevmesi, kimi zaman ağlaması, mailler yollaması… Bu tarz güzel köprüler kurmak ufkumuzu açtı, daha alçakgönüllü yaptı, insan olduğunu hissetme duygusu verdi. Yani uzun lafın kısası müzikle insanların ruhu arasında köprü kurmak bizim için bir meditasyon gibi oldu. Fakat problemler olmadı mı, elbette ki oldu.
Bu iş problemsiz olmaz.
Tabii tabii. Ama işin pozitif tarafına bakıyorsun. Sonuçta yaptığımız işlerle gurur duyuyoruz ve daha da güzel şeyler yapmak istiyoruz. Bu albümden sonra asıl yapmak istediğimiz şeylerden biri, Türkiye’de çok iyi müzik yapan, kaliteli arkadaşlarımız var, onlara prodüktörlük, aranjörlük yapabiliriz, yol gösterebiliriz, o da bizim için başka bir heyecan. Belki sizinle beraber bir şeyler yaparız hatta.
Tabii ki! Çok sevinirim, harika olur.
Bu kapıyı açık tutalım. Bu taraflara gelirseniz de mutlaka haberimiz olsun."
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.