Kurşuni bulutları izliyorum kırık kalpli penceremden
Dışarıda deli bir rüzgâr dudaklarımda isyankâr küfürler
Çok gerilerde şimdi sözcüklere kelepçe taktığım
Takmak zorunda kaldığım o memur günler!.
O gün;
Bir yağmur damlası olmak vardı camlardan özgürce süzülen
Dilimin ucundaydı da kelimeler dudaklarımdan dökülemediler
Dişlerimle kanattım dilimi kana bulandı rakı bardağım
Sebebini bilemediler veya bilmek istemediler.
Siz!.
Süit odalara dadananlar
En pahalı mekânlarda kadeh kaldıranlar
Siz!.
Dünyayı kendilerinin sananlar
Ve cebinde akreple dolaşanlar
Geberin!. e mi?.
Sonbahar bitti. İlk yağmurlar nihayet toprağa düştü. Uzun süren kurak ve kavurucu yazdan sonra özlediğim mevsim geldi. Yağmurla ıslanan toprağın kokusu yeni açan nergislerinkiyle karıştı. Rüzgârla birlikte yapraklarını Sonbaharda unutan ağaçların dansı başladı artık. Uzun süre de devam edecek.
Genelde kış diğer mevsimlere göre pek sevilmez. Baharlar ve denizi, kumsalıyla yaz daha çok revaçta olsa da, onlar kadar kışı da seviyorum. Kışla yaz; biri soğuğu, öteki sıcağı ile iki zıt mevsim. Biri üşütürken, diğeri terletiyor. Ben yine de zarımı kıştan yana atıyorum. Olumsuzlarını tabii ki yok sayamayız. Sel baskınları başta gelse de, bu mevsimde sokak hayvanlarının durumu beni daha çok üzüyor. Yersiz, yurtsuz ve çoğu da aç. Sokaklarda insanların merhametini bekleyen ve çoğu zaman onların acımasızlığına maruz kalan bu varlıklara üzülmemek elde mi?..
Geçen yazımda Sonbahar ve Kışın, insanın kendiyle başbaşa kalma isteği duyduğu bir zaman dilimi, bir hatırlayış mevsimi olduğunu yazmıştım. Bilmem herkeste de az çok böyle mi oluyor? Bende öyle. Bu kış da nedense bana İstanbul’u ve ataşelik göreviyle bulunduğum Başkonsolosluk yıllarımı hatırlattı. Her hayatta olduğu gibi benim de o yıllara ait acı, tatlı anılarım var. O zamanlar emekli olduğumda onları kaleme alacağıma dair kendime söz vermiştim. Zaman geçti, yaşananlar güncelliğini, önemini yitirdi. Zaman zaman o günlere ait yaşadığım ve gördüğüm haksızlıklar, düzensizlikler bilinçaltımdan yüzeye çıksa da onları güne taşımaktan hep kaçındım da bugün yine davetsiz misafir gibi düşüncemin baş köşesine kuruldular; kendime verdiğim söze ihanet etmişim gibi hissettirdiler. İç sesim “yaz ve o günlere olan borcunu öde, hatırlamaktan kurtul” diyor bugün.
Zaman ve kişiler önemli değil. Dili geçmiş zamanlardı nasılsa. İst. Başkonsolosluğuna Eğitim ve Kültür ataşesi görevine atanmıştım. Üniversite yıllarım da İstanbul’da geçtiği için sevinerek işe başlamıştım. Orada okuyan Kıbrıs’lı üniversite öğrencilerinin, yurt, burs ve benzeri işleri başta olmak üzere, K.K.T.C ile Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri arasındaki kültürel bağlantıları sağlamak da görevlerim arasındaydı. Gitmeden önce öğrencilerime dersin yanında toplumda ve hayatlarında iyi bireyler olmanın önemini anlatmaya çalışan bir lise öğretmeniydim. Bu yüzden yine öğrencilerle birlikte olmak ve onların sorunlarını elimden geldiğince çözmek beni mutlu ediyordu. Ne kadar büyüseler yine de onlar ailelerinden uzak bir yerde, gurbetteydiler. Sadece onlar değildi ilgilendiğim. Kıbrıs’tan sevkle tedavi için gelen hastalar da o zamanlar sağlık ataşesi olmadığı için bana geliyorlardı. Onların konaklama ve hastane sorunlarına da deva olmaya çalışıyordum.
Ne yazık ki benim bu gayretlerim oradaki birinci adamların hoşuna gitmiyordu. Nereden bilebilirdim!.. Vatandaşlarıma yardım etmem suçmuş meğer. Nedenini öğretmen ruhumla bir türlü anlayamıyordum. Anlattılar!.
Başkonsolos bir gün beni odasına çağırdı. Öğrenci işlerini o kadar acil ve kolay halletmememi söyledi. Keza hastaların da öyle. Şaşırdım kaldım. Ben ne için gitmiştim oraya? Ne yapmam bekleniyordu benden? Onu da söylediler!. Eğer ben onların işini hemen halledersem konsolosluğa ihtiyaç duyup gelmezlermiş. Konsolosluğun kıymetini bilmezlermiş. İşlerini zor halletmeliymişler ki bu işlerin o kadar kolay olmadığını bilsinler.
Bu nasıl bir mantık, daha da ötesi nasıl bir vicdandı?.. Okumaya gelen bir öğrenciyi hemen yurda yerleştirmek veya ikamet alabilmesini ( o zamanlar emniyetten ikamet belgesi almaları gerekiyordu. Bunun için de Başkonsolosluktan öğrenci olduklarına dair belge almalıydılar) sağlamak yerine defalarca ayağıma getirecektim. Peki de yol parası var mıydı o çocukların cebinde?. Varsa da niye boşuna paralarını ve zamanlarını harcasınlardı? Bu onların umurunda değildi. Hele hasta sevkiyle gelenlere öğretmen evinde veya misafirhanelerde yer bulmam hiç hoşa gitmiyordu. Günlerce bekletip öyle bulacaktım. O zaman içinde hastanın ne olacağını düşünen yoktu. Bunlar sadece iki örnek. Dahasını yazsam sayfalar yetmez, okumaktan sıkılırsınız. Tabii ki bu dayatmaları kabul etmem mümkün değildi ve ben doğru olanı yapmaya devam ettim.
Uzattıkça yeniden o günlere dönüyorum. Kan beynime sıçrıyor. Netice ne oldu biliyor musunuz?.. Doğruyu söyleyen her zamanki gibi dokuz köyden kovuldu. İktidar değişimiyle yeni eğitim bakanına yakın olan konsolosluktaki birinci adam beni, öğrenci yanlısı, solcu bahaneleriyle görevden aldırdı. Oysa ben hiçbir partili değildim. Aslında esas sebep bunlar değildi. Bunlar sadece başka şeyleri örtmek için paravandı, bahaneydi. Ben oraya birinci adam haricinde Kıbrıs’lı olarak giden ilk memurdum. Diğer personel mahalliydi. KKTC ile pek bağlantıları yoktu. Benimse orada olmam sakıncalıydı çünkü yapılan yanlışları görüyordum, biliyordum. Üç maymunu oynayacak karakterde de değildim. Bu yüzden orada oluşum hoşa gitmemişti.
Bu haksızlık çok ağırıma gitmişti. Kolay teslim olmayacak, hakkımı arayacaktım. Öyle de yaptım. Onca adaletsizliği sineye çekemezdim. Kolay olmadı. Çünkü buradaki iktidarın da oradakinden pek farkı yoktu. Esasen orası buranın bir minyatürüydü. Hakmış, hukukmuş aldıran yoktu. Çıkar kimdense yalan da olsa onun sözüne itibar ediliyordu ama neticede başardım.
İki yıl Eğitim Bakanlığında müfettişlik yaptıktan, adadaki iktidar değiştikten ve o muteber(!.) zat oradan ayrıldıktan sonra yeniden Başkonsolosluğa atandım ve çok uzun süre ataşelik görevinde kaldım.
Aslında kendimle ilgili bu anıyı kaleme alırken maksadım, sadece o yıllara ait borcumu ödemek değil; haksızlığa, iftiraya uğrayanların susup kalmak yerine sonuna kadar haklarını aramalarının mesajını da vermek isteyişimdendir.
Oraya yeniden dönüşüm konsolosluk çalışanlarını ve yakın çevremi çok sevindirmişti. Bunun mümkün olamayacağını düşünüyorlardı. Nasıl yaptığımı sorup duruyorlardı. “Aynaya baktığımda gözlerimden utanmamak adına” deyiverdim. Gerçekten de anlatacak kelimeleri ararken bu cümle yüreğimden kopmuş, dilime vurmuştu. Benden önce başkaları da buna benzer şeyler söylemişlerdir muhakkak. Arkadaşlarım çok benimsemişti o cümleyi. Atasözü gibi oldu dediler. Ben de çok sevdim.
Ben aynaya baktığımda gözlerimden utanmıyorum ama bazı utanması gerekenler de utanmıyorlar. Gözlere yansıyan yürekteki duygulardır. Onlarınsa yürekleri utanmayı bilmeyecek kadar kapkaradır.
Not: Yazımın başındaki dizeler, eski evraklarımın arasında bulduğum o günlere ait bir şiirimdendir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.