Rauf Denktaş, 1966 yılında Ankara’dayken yazdığı “12’ye 5 Kala” isimli kitabında şöyle söyler : “Kıbrıs Türkü’nün en büyük kuvveti anavatana kayıtsız şartsız bağlı olmasındandır. En büyük zaafı da anavatanı yönetenlere kayıtsız şartsız inanmış bulunmasındadır.”
Kıbrıs’ı Anadolu’nun bir uzantısı sayan, Kıbrıslılığa dair ne varsa elinin tersiyle bir kenara itip “Kıbrıs’ta Kıbrıslı olan tek bir şey varsa o da olsa olsa Karpaz eşekleridir” diyen; Kıbrıslı Türk halkının gerçekliğini yok sayıp Kıbrıslı Türkleri “Türk ulusu”nun basit bir uzantısı olarak gören; yıllar yılı “gelen Türk giden Türk” politikasını izlemiş; “Ben Türkiye’siz cennete bile gitmem” diyen; Kıbrıslı Türk halkını on yıllar boyunca bir açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkum edecek kadar kendi “dava”sına sarılmış; çevresinde yarattığı ganimet burjuvazisi dahi 2000’lerin başında kendisine sırtını döndüğünde bile inadını bırakmayan; Türkiye’deki egemen bloğun kendi içindeki dönüşümü sonucu altından boşalan zeminden dahi doğrulmaya çalışıp pozisyonunu korumak isteyen; ve hatta ölüm döşeğinde bile, halâ Kıbrıslı Elen liderliğine karşı sözünü söylemeyi sürdürmeye çalışan Denktaş’ın ağzından dökülmüştü, yazının girişindeki o cümle.
Evet, Denktaş, “ilke” olarak “anavatana” bağlılıktan hiç geri adım atmasa da, işin “anavatanı yönetenlere” hepten teslim edilemeyecek kadar ciddi olduğunun bilincindeydi. Bütün katı çizgilerine karşın, kendisi için “ideal” olan bir şey ile, o idealin yorumlanma biçimi ve o ideali gerçekleştirmeye yönelik araçlar arasında ayrım yapmayı da biliyordu. Belki de bu stratejik başarısı sayesindeydi ki; pek çok ilerici insanın ölümüne doğrudan veya dolaylı olarak sebep olmasına rağmen, pek çok insanı göçe mahkum etmesine rağmen, ülkedeki demokratik yapının altını defalarca kez bizzat kendi elleriyle oymasına rağmen, muhaliflerine karşı muazzam baskı aygıtlarını devreye sokmasına rağmen, ölümünden sonra pek çok kişi tarafından iyi bir şekilde anılmayı başarabilmişti.
***
Bugün yine, görünen o ki, bir çözüm durumunun eşiğindeyiz yine (galiba diyorum çünkü içeriğiyle ilgili pek bir bilgimiz yok, ne olup bittiğini de söylentiler biçiminde öğreniyoruz)…
İşin tuhaf yanı, bugün çözüm ve barış yalnlısı kesimlerin en büyük kuvveti çözüm ve barışa kayıtsız şartsız bağlı olmalarıyken, en büyük zaafları da bu çözümü hayata geçireceğini düşündükleri içteki ve dıştaki yöneticilere kayıtsız şartsız inanmış bulunmalarıdır…
***
Marx, bundan 180 yıl kadar önce, din olgusunun sosyal işlevini açıklarken, şöyle demişti : “Din kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhu, ezilenlerin haykırışıdır; din halkların afyonudur.”
“Afyon” kelimesi, dönemin Britanya’sında bir “uyuşturucu” olarak değil bir “ağrı kesici” olarak kabul görüp kullanılıyordu.
Ezilenler, zorda olanlar, kötü hayatlar yaşayanlar, gerçek dünyada sefaletin içinde olanlar “bu dünyadan” umudu kestikçe, kalpleri “bu dünyaya” dönük umutlarını ve heycanlarını kaybettikçe, ağrılarını kesmek için “öte dünyaya” haykırmakta buluyorlardı çareyi.
Bugün, Kıbrıs’ın kuzeyinde 74’ten beridir, içinde yaşadığımız “bu toplumun” sefaletinden çıkışın yolu olarak, içine tıkıldığımız bu tanınmamış ada yarısının ritmini bozduğu kalplerimizin yeniden atmasının bir umudu olarak, acılarımızı dindiren bir ağrı kesici olarak, çözüm ve Avrupa Birliği hedefine sarılıyor pek çok kesim.
Bir sabah, cennete uyanır gibi AB’ye ve birleşik bir Kıbrıs’a uyanmanın hülyalı düşleriyle, içeriğini bile henüz tam olarak bilmediğimiz bir sürecin yağmur duasına çıkıyoruz her gün…
***
Bir tarafta, içinde yaşadığımız bu toplumun acılarına mahkummuşuz gibi bizi bu karanlığın içine hapsetmeye çalışan milliyetçi kesimler; öte tarafta ise, şikayetçisi olduğumuz bu toplumun gerçekliğini dönüştürmek için her alanda sürecek kapsamlı bir mücadeleyi vermek yerine çözüm ve AB düşlerinde vücut bulacak bir “kurtuluş”a bizi çağıranlar.
Üçüncü bir yol var mıdır dersiniz ?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.