Bilenler bilir. Sosyal medyayı severek kullananlardanım. Bu platformda, ağzı olan da konuşuyor, gerçekten kendi bilgi açlığını giderirken, bunu başkaları ile paylaşmaktan çekinmeyenler de var. Ya da ne dediğini anlamadığımız, kendi alanlarında intikam mesajları atanlar mı istersiniz, nöbetçi protestocular mı istersiniz (bunlar ota boka muhalefet olanlar), sadece mutlu oldukları anları ya da feyz aldıklarını paylaşanlar mı istersiniz; kısacası her türden insan var. Tıpkı hayat gibi. Sanal oluşu, gerçekliği, inanırlılığı kullanıcının kendi zekasıyla orantılı bir alandır sosyal medya. Bu yüzden durduk yere ona savaş açıp, sosyal medyaya bok atmaya gerek yok. İçinde bulunduğumuz çağ; ultra hız çağı.
Romantik dönem kapandı. Cep telefonları dahi artık yerel şebekelerin çok az kullanıldığı, cebimizde taşıdığımız bilgisayarların bir yan ürünü haline gelmiş durumda. Elinizdeki telefon akıllı olsa da bu yine kullanıcısının zeka seviyesi ile orantılı.
Biz Türk insanının paylaşımlarına baktığınızda, sosyal medyaya hakim iki genel duygu var. Bunların en büyüğü ÖFKE. Çok öfkeliyiz. Her şeye kızıyor, herkese bok atıyor, anlayıp dinlemeden, okuduğumuzun gerçekliğini araştırmadan bodoslama bir şeylere dalıyoruz. Diğer bir duygu ise; her şeyi biliyor olmamız. Her şeyi biliyor, her konuda fikir üretebiliyor, eleştri yapmayı karşıdakine hakaret etmek olarak algılayıp, okları Allah yarattı demeden herkesin, gözüne, götüne saplayıveriyoruz. Neden mi?
Çünkü herkes sosyal medyanın sanal oluşu ile ilgili gerçekliğin arkasına saklanarak; bol keseden atıyor. Oysa iş öyle değil. Sosyal medya her ne kadar sanal ortamda yaşansa da; sergilediğimiz tutum, karakter, ortaya koyduğumuz düşünceler, inandıklarımız, duygularımız yeri geliyor yüzlerce kişi, her yaştan kişi tarafından okunuyor. Beğenin ya da beğenmeyin. Ama bu gerçek. En güzel yanı ise o sanal perdesinin arkasına saklanmayı tercih eden insanlara, kendilerini ifade etme özgürlüğü ve cesareti veriyor olması. Ama sanal diye sorumsuz olmaya gerek yok. Kantarın topuzunu kaçırdınız mı, bu iş sanala manala bakmıyor. Neden mi? Çünkü her ne kadar bizler sanal diye kendimizi kandırsak da, sosyal medya tüm kirliliğine rağmen çağın tek ve en kuvvetli iletişim aracıdır.
Bu yüzden ekran kahramanlığına, ağzı olan konuşuyor durumuna düşmeyin mazallah.
Bu iş bir delete (sil) tuşuna bakar.
OKUYUN
Onu gördüm ve yaz geldi.
Sanki kapı çalınıp çocukluk arkadaşınız yıllar sonra tekrar çıkagelmiş gibi… Unuttuğunuz bir anıyı bulmak gibi…
Çok eskide kalmış, yıllar sonra yeniden duyduğunuz anda geçmiş bir zamanı size taşıyan bir şarkı gibi…
Dağ yollarında kaybolduktan sonra birdenbire, bir dönemeçte denizle karşılaşmak gibi…
Yaz… bitmesini hiç istemediğim eşsiz anlar ve hiçbir şeyin, hiç kimsenin sonsuza dek benimle kalmayacağını anladığım ayrılıklar mevsimi…
İlk kitabıyla edebiyatımıza benzersiz bir giriş yapan ve yıllar yılı insan yüreğinin, özlemin, aşkın, geçmişi geleceğe bağlayan o narin bağların izini süren Kürşat Başar, 11 yıl aradan sonra kaleme aldığı yeni romanı Yaz'la okurlarıyla buluşuyor.
Yakın tarihimizin kritik bir döneminde dünyaya gelen, birbiri ardına yaşadığı kayıplara rağmen hayata tutunan bir gencin büyüme serüvenini, yüzleşmelerini ve bir yaz mevsimi yaşadığı sarsıcı aşkı, arka plana hızla yitip giden İstanbul'u yerleştirerek anlatıyor.
Bir karşılaşmayla değişen hayatın, küçük bir rastlantıyla uyanan arzuların, birdenbire gittiğiniz yolu değiştiriveren olayların ve her şartta, her yerde insana devam etme, hatta yeniden, yeniden başlama gücü veren o ele gelmez sırrın peşine takılarak...
(Tanıtım Bülteninden)
Demiş ki
Aslında zor olduğu için cesaret edemediğimiz şeyler, biz cesaret edemediğimiz için zordur.
Seneca
Biliyor musunuz ?
Stres, heyecan, panik vb. anlarda ayaklardan birinin istemsiz sallanmasına 'Huzursuz Ayak' sendromu denir.
Ders
İzleyin
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.