Son haftalarda yüksek politikanın tartışmasız en yüksek konusunu garantörler ve garantörlük meselesi oluşturmakta.
Kurulacağı söylenen yeni Kıbrıs’ta, garanti sisteminin devam edip etmeyeceği, edecekse biçiminin nasıl olacağına dair; pek de sağlıklı olmayan bir tartışma bu…
Sağlıksız diyorum, çünkü konunun gündeme geliş biçiminden konuyu gündeme taşıyan aktörlere ve konunun karara bağlanacağı zemin ile en yoğun tartışıldığı düzeleme kadar her boyutu çarpık…
Garanti sisteminin nasıl kurulduğu, mevcut uluslararası ilişkiler hukuku içerisinde bu sistemin nasıl ortadan kalkabileceği ve Kıbrıs halklarının bu kararlardaki rolü gibi olgulardan bağımsız yürütülen bu “tartışma”; ilan edilen amacından çok daha farklı noktalara hizmet ediyormuş gibi bir görüntü çiziyor…
***
Kıbrıslı Türk toplumu içinde, “garantörüğe karşı mısın yoksa taraftar mısın?” sorusuna indirgenmiş bir yüzeysel tercih beyanı biçimini aldıkça; anlamsız olduğu kadar halktan kopuk yapısı da görünür olan bir durum söz konusu…
Örgütler ve kanaat önderleri; geleneksel pozisyonlarını teyit eden kamplaşmalara sadakatlerini ilan eden metinler yayınlıyor. “Barışçılık” ve “milliyetçiliğin” tapuları tescileniyor ve bu dayatmada tercih belirtmeyenler azarlanıyor…
Toplumun kaymak tabakasında bu kıyametler koparken, sokaklarda bambaşka gündemler konuşulmaya devam ediyor. Her geçen gün pahalılaşan hayat koşulları, özel sektörde yıllardır artmayan maaşlar, sağlık ve eğitimde giderek büyüyen giderler ve derinleşen sömürü ile kıyaslandığında, garantörler tartışmasının “meleklerin cinsiyeti” tartışmasından pek de bir farkı yok gibi…
En azından emekçi insanlar için…
Peki o halde siyasi elit, entellektüel zümre, okumuş aydınlar ve uzman akademisyenler neden bu gündem ile yatıp, bu gündem ile kalkıyor?
***
Garanti tartışmasında kabul edilir cevap kategorisinde olan sadece iki tutum var: “Garantörülük istiyoruz” ve “Garantörlük istemiyoruz.”
Bu iki cümlenin kapsamı dışındaki hiçbir tutum, geçerli bir yanıt kabul edilmiyor.
Oysa her iki tutum da, konunun sağlıklı bir şekilde tartışılmasının önünde engel niteliğinde.
Bugüne kadar yürütülen müzakerelerin ve karara bağlanarak ortaklaşılan başlıkların hiçbiri halklar ile paylaşılmış değil. Kıbrıs halklarında olumlu bir algı yaratacak, sorunsuz ve uzlaşılarak aşılmış noktalar yokmuş gibi davranılıyor. Üstelik bunu hem kuzeyin hem de güneyin otoriteleri, hem “barışçılar” hem de “milliyetçiler” yapıyor.
Aylarca “şeffaflık” talebi ile sorgulanan süreç, sessiz ve kapalı kapılar ardında yürütülürken, birden bire en sıkıntılı üç mesele “garantiler, toprak ve güç paylaşımı” şeklinde halkların önüne konuverince; halka Kıbrıs sorunu ile ilgili pozitif bir yaklaşım geliştirme imkanı da sunulmuş olmuyor.
Kısacası tartışmanın kendisi halklar arasında ve halkların içinde kamplaşmalar yaratacak bir muhteva içerisinde şekillendiriliyor.
Bu da “sorun çözmeye” odaklı olmaktan çok, mahalle kavgasına arkadaş toplamaya endeksli bir tutum gibi görünüyor…
“Liderleri cesaretlendirmek”, “liderleri desteklemek”, “liderlere inanç” gibi çıkışlarla altyapısı hazırlanan kamplaşma, hepimizi kendi toplum liderimizin arkasında saf tutmaya çağıran bir savaş borusuna dönüşürken, but oz duman içinde sorulayan, düşünen, eleştiren, anlamaya çalışan ve özneleşen varlıklar olmak hakkımız inkar ediliyor.
***
Biz bunu geçmişte de yaşamıştık…
Tüm kaderimizin tek kelimelik bir cevaba indirgendiği, aydınlarımıza göre “öteki” seçeneğin dünyanın sonu anlamına geldiği, örgütlerin tüm farklılıklarına rağmen tek sesten, tek sözden, tek dilden konuştuğu, farklı her sesin her iki tarafça da “kara kedi” görüldüğü günlerden ilk kez geçmiyoruz…
Ve çok iyi biliyoruz ki, bu çok heyecanlı entellektüeller, istedikleri olmayınca nihilist şiirler paylaşıp karamsarlık yaymaya başlayacaklar; “bu toplumdan bir şey olmaz”, ben göç edeceğim artık”, “her toplum hak ettiği şekilde yönetilir” sızlanmaları ile evlerine kapanacaklar…
Her birisi, ileriki “mahşer günleri”nde vereceği hizmetler için hazırlık olarak kendi ekmek kapısından ödenmeye devam ederken, halk bugünkünden daha beter günlük yaşamına geri dönecek…
Maaşlar artmayacak, ekmek daha ucuza satılmayacak, özelde sendika olmayacak, sağlık ve eğitim para ile satılacak, anneler ve babalar yeni doğan çocuklara toplu taşımacılığı bir hikaye olarak anlatacak..
Zenginler daha zengin, yoksular daha yoksul bir yaşamı devam ettirirken; aydınlar halkın sorunlarını değil kendi bunalımlarını konuşmaya devam edecek…
Biz bunu geçmişte de yaşamıştık.
Ve o zaman demiştik ki: Bundan böyle hiçbir gündem, bizim için emeğin gündeminden daha “yüksek” kabul edilmeyecek…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.