Uzun zamandır eski alışkanlıklarımızın büyük bir kısmını dünyanın her yerine yayılmış salgın bir hastalık yüzünden bırakmak zorunda kaldık. En basiti toplu yerlerde bulunmaktan korkuyor; bir arkadaş grubu, hatta komşularımızla bile bir araya gelirken temkini elden bırakmıyor; insan yaşamının gereği olan sosyalleşme ve hareket edebilme (seyahat vb.) yetilerimizi hayatımızdan çıkarmak zorunda kalıyoruz. Beğensek de beğenmesek de tanımadığımız bir hayata adapte olmaya çalışıyoruz ki bu durum da çoğu zaman bıkkınlığı isyana vardıracak dereceye varıyor, insan psikolojisini olumsuz etkiliyor.
*****
Uzun süren sıcak yazdan sonra nihayet Sonbahar geldi. Havalar serinlemeye, ağaçlar yapraklarını dökmeye başladı. Sıcak ülkelere göç etmekte geç kalan son kuşlar da gitti. Doğa eski düzenine girerken ne yazık ki biz yeni yaşam tarzımızın mahrumiyetlerini geçmiş Sonbaharların hatıralarıyla avutmaya çalışıyoruz. İnsanoğlu her şarta ve duruma kendini adapte etmeye çalışan böyle bir varlık işte.. Nitekim geçen Sonbaharda aklına bile getiremeyeceği salgın bir hastalığın olumsuz şartlarına da uyum sağlamaya çalışıyor.Çalışıyor da ne kadar başarılı oluyor?.. O da ayrı bir konu..İnsanın insandan korunmaya çalıştığı böyle bir zamanda alışılmışlıklardan vazgeçmek o kadar da kolay olmasa gerek.
Bazen düşünüyorum da insanlığı tehdit eden bu salgın ve hayatta kalmak için katlandığımız mahrumiyetlerle acaba ilkel hayata dönüş mü yapıyoruz?. Eski çağlarda yaşayan insanların nasıl ki tek gayesi hayatta kalabilmek için sadece korunacak yer, beslenecek yiyecek bulmak idiyse bu salgın hastalıktan sağ çıkabilmek için şimdi biz de benzer yöntemleri uygulamıyor muyuz? Birçok konuda onlardan avantajlı olsak da temelde doğuştan var olan ortak özelliğimiz, yani ilkel benliğimizin emirlerine uyuyor; hayatta kalmak için ayni yöntemleri uyguluyoruz Aradaki tek farksa teknoloji sayesinde bunu onlardan daha kolay sağlamamızdan ibarettir.
Doğa şartlarına uyum sağlamak bir yana da insan iradesiyle yaratılan olumsuzluklara ne kadar uyum sağlanabilir ki?.. Hele doğanın dengesini çıkarı uğruna bozan da insansa… O zaman tevekküle isyan da karışır ve toplum bir kaosa sürüklenir. Bu durum bazen o kadar kontrol edilmez hale gelir ki insanlar birbirlerine olan güveni de yitirir ve toplumdan uzaklaşmayı dener.
******
Bazen düşünüyorum; acaba kalabalıktan uzak ortamlarda yaşamak daha mı iyidir diye.. Zaman zaman belki.. Uzun sürede herhalde bu pek mümkün değil. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır ve elbette ki diğer insanlarla iletişim içinde ve iç içe olmak durumundadır. Sosyal hayatın en temel gereği de zaten budur. Eğer sadece doğa ile baş başa yaşasaydık yaşam tarzımız sadece temel ihtiyaçlarımızı karşılamaktan ibaret olur; dünya medeniyetleri var olmaz, insanlar arasındaki yardımlaşma, paylaşma, toplu hareket edip sorunların üstesinden gelme gibi kolaylıklar da olmazdı. Etrafımızdaki birçok canlıya baktığımızda onların da toplu yaşadığını görürüz.
Toplu yaşamanın pozitif getirileri fazla olmakla beraber negatif yönleri de yok değildir. Bunların başında da insanlar arasındaki fikir ayrılıkları gelir. Bu yüzden insan, kendine daha yakın veya farklı düşüncelere sahip olsa da karşısındakinin inanç ve düşüncelerine saygı duymayı bilenlerle daha çok birlikte olmayı seçer. Arkadaşlıklar ve dostluklar da bu şekilde başlar.
Arkadaşlık ve dostluk toplumsal yaşamın bir ihtiyacıdır. Ancak herkesle dost olmak, dostluk kurmak ve bu dostluğu sürdürmek mümkün değildir. Gerçek dostluk bencillikten uzaktır, dürüstlüktür, saygıdır, sözünde durmaktır, güvenilirliktir, karşılıksız yardımdır, iyi ve kötü günleri paylaşmaktır. Fakat ne acıdır ki bu nitelikteki dostluklar artık rafa kaldırılmıştır. Günümüz dünyasında dostlukların çoğu, ne yazık ki menfaat ilişkisine dönüşmüştür.
Bazen yanılgılara düşeriz arkadaş ve dost seçerken. Kendimize kızarız yanılgılarımız için. Ama insani duygularımızdan dolayı anlama olanağımız olmayan, yüzünde maske ile dolaşan ikiyüzlü, riyakâr insanları tanıyamadık diye hayıflanmanın da bir yararı yoktur. Öyle insanlar vardır ki birine gösterdikleri sevgi ve saygı, o kişiden sağlayacakları menfaatlere endekslidir. Menfaat bitince sevgi ve saygının yerinde yeller esmek bir yana anlamadığınız sebeplerden dolayı size düşman olduklarını da fark edersiniz. Böyle durumlarda hep rahmetli babamın anlattığı bir konu gelir aklıma. Adamın biri bir başkasına kötülük yapmayı planlıyormuş. Kötülük yapılacak olana söylemişler bunu. O da, “Bana neden kötülük yapsın? Ben ona iyilik yapmadım ki..” demiş.
Kişiler arası ilişkilerde yaşanan sorunlar bir yana da; ya toplum olarak yaşananlar!.Toplumda yaratılan huzursuzluklar… Bazı insanların toplumu içine sürüklediği kaos!.. .Bir toplumda değişik fikirlerin, görüşlerin olması elbette ki doğaldır ve kaçınılmazdır. Fikir çatışmaları esasen ortak yolu ve doğruyu bulmak için olmalıdır da ama kabul ettirmeye çalışılan görüşlerin arkasında toplumun aleyhine olan kişisel çıkarlar varsa!… Kişisel çıkarlar maddi menfaat sağlamak olabileceği gibi kişinin karakter yapısına göre de başka sebeplere dayanabilir. Örneğin bazılarının tek gayesi toplum içinde kendini yüceltmek, adını başköşeye yazdırmak, gündemden hiç düşmemek, hayatlarındaki başarısızlıkların üstünü bu yolla örtmek, zayıf karakterli insanları da güdümüne alıp omuzlarda taşınmayı hayal etmektir. Sadece hayal etmek bile onları coşturmaya yeter. Bu karakterin psikolojide birkaç adı vardır aslında. Narsis karakter veya megalomani…
*******
Narsis ve megaloman terimleri benzerlik gösterse de aralarında farklar vardır. Narsis, kendini beğenen, kendine tapan, kendini herkesten üstün gören, hep takdir, ilgi ve özel muamele bekleyen kişidir. Megalomansa büyüklük taslayan kendini herkesten akıllı ve üstün görendir ve psikolojide narsisliğin ilerlemiş safhası olarak tanımlanır. Narsisle megaloman arasındaki en önemli fark; Narsisin beğenilmeye, megalomanınsa güce talip olmasıdır. Uzmanlar megalomaninin şaşırtıcı bir psikolojik durum olduğunu ve kişiyi yetenekleri, nitelikleri ve yaşantısı hakkındaki mantıksız inançlara dayandırarak hezeyana ittiğini belirtiyorlar. Megalomanlar konusunda yapılan araştırmaları şöyle özetlemek mümkün..
Megalomanların etrafında bol bol şakşakçıları vardır ki onlar da ya çok yakınları veya bir baltaya sap olamamış, bir şekilde hayata tutunmaya çalışan başıboş insanlardır. Megalomanlar, ancak onlar arasında kendilerini bir kral gibi hissederler, aslan kesilirler ve kükrerler. Eleştirilere kulakları hep tıkalıdır. Eleştirenleri asla dikkate almadıkları için bildiklerini okurlar ve bu sebeple de hiç yenilenmezler. Hep aynı söylemleri pişirip pişirip önümüze koyarlar. Kendileriyle ilgili konuları dillerine dolar, hep gündemde tutmak isterler. Onların özgüven sandıkları şey aslında hezeyandan ibarettir. Kendilerini o kadar eşsiz bulurlar ki kimsenin fikrini kendilerininkinden üstün görmezler. Bütün insanlık sanki onlara hizmet etmek için yaratılmıştır. Eskiden insanlar dünyayı nasıl güneş sisteminin merkezi sanırlarsa, megalomanlar da kendilerini evrenin merkezi sanırlar. Oysa onların tek merkezi etrafına almayı başardıklarıyla çevrili küçük bir alandır. Onların kendilerini bir şey sanıp büyüklenmeleri sadece bir aldatmaca, bir kamufledir. Aslında her saniyeleri yarattıkları küçük dünyalarının yıkılacağı korkusuyla doludur.
Bir atasözü der ki;
“Havalara giren birine dokunmayın. Bırakın yükselebildiği kadar yükseldiğini sansın. Ne kadar çok yükselirse gerçeğin ortasına o kadar sert düşecektir. İzleyin ve keyfini çıkarın”
.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.