“Gönlüm arayıp dünleri feryat etme
Zevk almak için yarınlar icat etme
Dünler düş olup gitti, yarınlarsa hayal
Cahilce şu gerçek günü berbat etme”
Ömer Hayyam’ın dört satırlık bu dizeleri hayatın ve zamanın önemini ne de güzel anlatıyor.
İçinde yaşadığımız bu son zamanlarda belki çoğumuz anlamsız bulabiliriz bu kavramı. Bulaşıcı hastalığa sebep olan ölümcül bir virüsün olumsuz etkilerini yaşarken içimizden belki de “zaten berbat olan bu günlerden yaşanacak güzel şey kaldı mı?” diyebiliriz. Evet.. Zor günler yaşanıyor. Hem de dünyanın her yerinde.. Yine de bu günleri aratacak daha kötü günlerin de olabileceğini düşünerek ve dünyada yaşayan varlıkların en akıllısı, en yaratıcısı olduğumuz bilincini yeniden hatırlayarak bu günlerden de olumlu sonuçlar çıkarabilir, hayatımızı güzelleştirebilir; hatta bu zamanı bir milat kabul edip bundan sonraki hayatımıza yeni bir yön verebiliriz. Zamanın biz canlılar için sınırlı olduğunu bir kez daha hatırlayarak, kıymetini bilir; onu boşuna harcamamayı öğrenebiliriz.
Hayatlarımız birbirinden ne kadar değişik, ne kadar farklı olursa olsun; hepimizin isteği sağlıklı, huzurlu ve mutlu yaşamaktır. Hatta bu istekten de öte kendimize olan görevimizdir. Zaman ve şartlar her ne kadar bildiğini okusa da birey olarak onun akışını iyiye doğru yönlendirmek elimizde. Ancak her şey gibi bu da emek ister, inanç ister, sabır ister.
İnsanın aklı çoğu zaman iki imkânsız şeyi yapmak ister. Ya “keşke” lerle geçmişi yeniden düzenlemeye ya da geleceği kurmaya çalışır. Geçmiş artık gerçekleşmiş ve bitmiştir. Geçmişe dönebilmek ve bir şeyleri düzeltebilmek mümkün değildir. Geçmişin ancak anılarına gidebiliriz. Geleceği kurmak da mümkün değildir çünkü gelecek, henüz olmamış olan demektir. Geleceği kuramayız, onu ancak hayal ederiz. Şimdiki zamanda bu iki olumsuzluğun arasında bocalar dururuz. Oysa ne de güzel söylemiştir asırlar önce Mevlâna “ Dün bitmiştir, yarınsa meçhul, şimdi yeni şeyler söylemek zamanıdır” diye…
******
İnsan, bir bütün olarak ve tek başına var olabilen bir varlık... Çünkü insan bilincinin yaratılış şeması içinde “farkındalık” gibi eşsiz bir yeri vardır. Her birimizin bir bedeni, bir ruhu, duyguları ve aklı vardır. İnsan, kendi kendine yeten, yapmak istediğini seçebilme iradesi olan bir bilince sahiptir. Bir ruhu vardır. Bu ruh, kendi içi ile bağlantı kurmasını, bir kişilik kazanmasını ve yeryüzünde bir amaç edinmesini sağlar.
Hayatta, hem kendi iç dünyamızdaki yolculuğa hem de dünyanın dönüşüm sürecindeki yerimize uygun bir konum elde etmek aslında bir sanattır. İnsanın diğer varlıklardan farklı olarak sahip olduğu üç unsur vardır. İrade, sevgi ve inanç... Bu üç unsur adeta ayrılmaz bir üçgen gibidirler. İdeal insan, bu üçgen çerçevesinde ve birçok yaşantının bir araya gelmesiyle ortaya çıkabilir. Kendi kökleriyle ilişki kurduğunda, buradan kendisine doğru bir yaratıcı gücün ve ilhamın yayıldığını hisseder. Bir kültür ancak irade, sevgi ve inanç üçlemesini içine sindirdiği ölçüde dünyaya uyum ve güzellik sunabilir. Bu amaçtan uzaklaşan toplumlardaysa ancak kaos yaşanır. Bütün dinlerde ve kültürlerde varoluşun ve yaşamın anlamını bulma arayışı vardır. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde olsalar da tüm insanlar ayni arayış içindedir. Farkında olmasak da bu arayış aslında, kişiliğin yeryüzünde ruhu bulma çabasıdır.
Yıllar önce “Da Vinci Şifresi” diye dünyada çok yankı uyandıran hatta kiliseyi çok tedirgin eden Dan Brown’un yazdığı bir kitap okumuştum. Eserin ana konusu “kutsal kâse” nin aranmasıydı. Kâse, tüm çabalara rağmen bulunamıyordu. Bu kasenin somut bir şey mi yoksa bilinci simgeleyen bir sembol mu olduğu bilinmez. Ünlü antropolog ve araştırmacı Joseph Campbelle, kâsenin, yüksek spiritüel bir değerin sembolü olduğunu ve ona ulaşmak için bütün enerjimizi ve yüreğimizi ortaya koyarak arayışa katılmamız gerektiğini söyler. Ona göre bu arayış, içinde yaşadığımız toplumsal çıkmazda içimizden gelen sesin bize işaret ettiği yolu takip etmektir. Kâseyi gökte ve yerde değil, ancak kendi içimizde bulabiliriz. Bu da demek oluyor ki, durmadan arayıp durduğumuz bir şey aslında yanı başımızda olabilir. Ama bunu kavramak da uzun ve meşakkatli yollar kat etmekle mümkün olur.
Hepimiz farkında olsak da olmasak da bu gezegenin birer sakiniyiz. Tükettiğimiz besin ve enerji kaynakları hepimizin ortak malıdır. Ürettiğimiz artıklarla kirlettiğimiz doğa da hepimize aittir ve o kirlendikçe bizim sadece dışımızın değil, içimizin de kirleneceği bir gerçektir. Artık uyanmanın ve doğaya uyum sağlayarak yaşamanın zamanıdır. Sayısı sekiz milyara yaklaşan dünya insanının bu gezegende eşit haklara sahip yaşama hakkı olduğunu kabul etme ve ona göre davranma zamanıdır. Çünkü hepimiz ne zaman son bulacağı bilinmeyen bir zamanın yolcularıyız. Yaşamak adına çıktığımız bu yolculuğun bir keyif ya da felaket olması da büyük ölçüde bize bağlıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.