Geçen hafta gazetemiz Detay ‘ın Yönetim Kurulu Başkanı ve Genel Müdürü sevgili Taner Ulutaş,kısa bir kaçamak yapıp İstanbul ‘a gitti.Valla imrenmedim değil..Çünkü iki buçuk ayda bir 15 günlük geleneksel İstanbul “hasret giderme” seferim bu kez biraz aksadı.Ayrılığa torun hasreti de binince gitmeyi planladığım ve yeni yılı da aileyle geçireceğimiz günleri kapsayan ,gelecek haftayı başlayacak olan seyahat gününü adeta iple çekmeye başladım..
Taner Kaptan sanırım güzel İstanbul’un tadını çıkardı .Ama gene sanırım ki etki alanı genelde Rumeli yakasında kaldı…Bir dahaki seferinde onu orada yakalayıp,Anadolu’ ya da geçirecek ve doğup büyüdüğüm karşıyakadaki güzel Kadıköy ve kadim semti Yeldeğirmeni’ nde de dolaştırıp ,ağırlayacağım…Ona hoş gelişler olsun derken bu girişi neden yaptım?...Tam hasret burnumda tüterken Gazi Komutanlarımızdan ,Araştırmacı –Yazar Atilla Çilingir den çok güzel bir İstanbul yazısı düştü mailime..İşte bu haftanın yazısını o güzel satırlar oluşturdu.
Bu yazının fotoğrafı doğup büyüdüğüm yaklaşık yüz yıldır da oturduğumuz Yeldeğirmeni’ndeki tarihi apartmanımız Sünget…Haydarpaşa Garı ile yaşıt…Garı yapan Alman mühendisler önce kendilerine lojman olarak bu kale gibi sağlam binayı yapmışlar…Harp yılları da olduğundan bodrum katında içinde sığınaklar,su kuyuları olarak gereğinde kullanılmak için yapılmış depolar vardır..Ana kapıdan girilince binanın altından büyük bir geçitten geçilir ve kocaman bir bahçeye çıkılır...Tarihi eser konumundadır….Mimarlık fakültesi öğrencileri başta olmak üzere meraklılar sık sık ziyaret ederler,incelemeler yaparlar.Taner Kaptanı gezdirmeye ve Kadıköy ‘ü anlatmayı önce buradan başlayacağım..
Şimdi sözü Atilla Çilingir e bırakalım …Selam olsun…
İstanbul;
“ Asırlar boyunca pek çok medeniyetlere ev sahipliği yapmış, dünya genelinde ülkemizin en çok bilinen, aranan, gezilen şehri. Turizm sektörümüzün her mevsimine hizmet eden eşsiz bir hazine…
Üç yanı denizlerle çevrili, şehrin o eşsiz görüntüsünü ikiye ayıran meşhur Boğaziçi’yle, yedi tepeye yansıyan sihriyle nice şairlere, yazarlara ilham veren; filim senaryolarına konu olan, âşıkların el ele, gönül gönüle gezdiği doğasıyla ünlü güzel şehir…
Sabahın aydınlattığı yüzüne; Halicinden, Galata’sından, tarihe ışık tutan surlarıyla çevrili her köşesinden mucizevi sırların yansıdığı, binlerce yıllık tarihe tanıklık eden; her inanca kollarını açan, zengin insan mozaiği ile tarihe damgasını vuran bilgi küpü…
Her sokağı adeta açık hava müzesi, asırlık çınarlarıyla yıllar öncesine tanıklık eden, her canlının rahatça yaşadığı, yaşamın mucizevi yüzünü renklendiren doğa hazinesi…
Adalarından Modasına, Kadıköy’ünden Beşiktaş’ına Beyoğlu’na, Üsküdar’ından Ortaköy’üne, Kuzguncuğundan İstinye’sine, Beykoz’undan Sarıyer’ine, onca kapısından şehrin her yanına serpilen tarihin gerçek yüzü…
Gökyüzüne kollarını açmış camileriyle ünlü, günün beş vakti ezan seslerinin yankılandığı sokaklarında birbirlerine her daim yardıma hazır sıcak, sımsıcak insanların yaşadığı aziz İstanbul…
Ama ne yazık ki yukarıda anlattıklarım; bu dünya mirası güzel şehrin çok değil, bundan 50 yıl öncesindeki yaşamın o güzel renkleriydi, artık yoklar!
İstanbul;
Günümüzde 15 milyondan fazla nüfusuyla, yollarını kaplayan milyonlarca araçla güne başlayan, gün geçtikçe trafik karmaşası biraz daha katlanan; her Allah’ın günü pek çoğunda yaralı ama çoğunda da ölümlü onca kazanın yaşandığı, çeşitli suç oranları gittikçe artan bir dev şehir.
Sokaklarında milyonlarca işsizin kol gezdiği, pek çok semtinde işçi pazarlarının oluştuğu; komşuluğun, arkadaşlığın, samimiyet gibi duyguların çoktan unutulduğu o sıcacık insanların yok olup gittiği yalnızlığın cirit attığı yalnızlıklar şehri…
Oturdukları evde komşusu kimdir tanımayan, değil mahallesinde asansörde dahi birbirlerine selam vermeyen; yakın akrabaların dışında insanların birbirleriyle görüşmediği; metroda, otobüste, minibüste adeta birbirlerini ezen, tıpkı vahşi batıdaki gibi hareket eden insanların giderek çoğaldığı aziz İstanbul…
Üç bir yanı denizlerle çevrili ama denizin tadına varamayan insanlarla dopdolu, gökyüzüne yansıyan her yanını kaplayan gökdelenlerin ucubeliği ile o güzel yüzü yara, bere içinde kalan İstanbul…
Çocukların oyun cıvıltılarını çoktan unutan, sokaklarında inşaat makinelerinin, kamyonlarının hırladığı, sabahın erken saatlerinde toza toprağa bulanan İstanbul…
Çocuksu anılarımızı hatırlatan ada sahillerine neredeyse vapur bile yanaşmayan, yosun kokulu denizleriyle ünlü sahillerinde ne çakıl taşı, ne de martıları bile kalmayan,
Uskumrunun, çirozun, Yorgo’nun ünlü balık çorbasının, Kumkapılı Kör Agop’un meyhanesindeki sohbetin, Marmara’da bir zamanlar yaşayan onlarca balık türünün adının, tadının bile unutulduğu, İstanbul beyefendisiyle, hanımefendisinin, hele ki İstanbul lehçesinin gök kubbesinde bir hoş sada olarak kaldığı aziz İstanbul…
Ey Güzel İstanbul;
Biz insanlar, ne yaptık sana böyle?
Herkesin elinde bir cep telefonu, bir bilgisayar; gözler ekranda, parmaklar tuşlarda. Her birimiz yapay zekâdan bahsediyoruz! Neden duygularımızın, zekâlarımızın yapaylaşmasından bahsetmiyoruz?
Senin gönlüne sapladığımız duygusu olmayan, olamayan her yapay zekâ ürünü, seni biraz daha yok ediyor, seni yaşanacak yer olmaktan uzaklaştırıyor, burası ölünecek yer bile değil artık!
Affet bizi dünya mirasımız, biz senin hiçbir güzelliğini ne yazık ki gelecek nesillere bırakamadık.
Ama bu suç sadece bizde mi?
Ya bu şehri yönetenlere ne demeli?
Atilla Çilingir
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.