Yıl,1996.
Aylardan Ağustos.
Sıcak olan sadece hava değil, gündem de alev, alev.
Sınırlar hareketli ve gergin.
Kuzeyde Türkiye’den gelen ülkücüler; Güneyde, Rum milliyetçileri, sınırda eylem yapıyorlar.
İçlerinden birisi, fırlayıp, bayrak direğine tırmanmaya başlıyor.
Sonradan, SolomosSolomou adlı bu Rum gencinin, uyuşturucunun etkisi ile böyle bir şey yaptığı ortaya çıktı.
Sanırım amacı, KKTC bayrağını indirmekti ancak başarılı olamadı.
Boynundan vurularak öldürüldü.
İşte o an yüreğim ağzıma geldi.
Kızım, aylardır, Rum tarafındaki Makarios III hastanesinde küvezdeydi.
6 aylık doğmuştu ve Kuzeyde, ekipman olmadığı için yaşama şansı yoktu.
O yüzden de özel izin ile Rum tarafına götürülmüştü.
Kızımla birlikte başka bir Türk bebek de aynı hastanedeydi.
Aslında Nazım, 7 aylık doğmuş ve Dr. Nalbantoğlu hastanesinde kuveze konmuştu.
Kaptığı birenfeksiyon, beyne sıçrayınca Rum tarafına gönderilmişti.
Annesi, hamam böceği ısırdığı için enfeksiyon kaptığını söylüyordu ama işin gerçeğini bilemem tabi.
Gerçi o dönemde, hastaneye girdiğinizde, hamam böceklerinin antenleri sizi karşılıyordu ama Nazım’ın enfeksiyon kapmasına neden bu muydu bilmiyorum.
Nazımın annesi ile, her gün hatta günde birkaç defa telefonda görüşüyorduk.
Hem bir birimize moral verip destek oluyorduk; hem de, kim o gün çocukları görmeye gitmişse, diğerine bilgi veriyordu.
Zira kapılar henüz açılmamıştı ve Dış işleri bakanlığından alınan özel izinle çocuklarımızı görmeye gidebildiğimiz için, her gün gidemiyorduk.
Rum genç vurulur vurulmaz, Nazım’ın annesi telaşla beni aradı.
“Ya çocuklarımıza bir şey yaparlarsa” dedi.
İçimde, çocuklara kötü bir şey yapacaklarına dair en ufak bir kuşku dahi yoktu.
Tek endişem, kızımı görmek için diğer tarafa geçmeme izin vermezlerse kaygısıydı.
Onun dışında hiçbir kaygım yoktu.
Zira çocuğumuzu her görmeye gidişimizin habersiz olmasına karşın, oradaki çocuklara nasıl şefkatle yaklaştıklarına, defalarca tanık olmuştuk.
Kaç kez, hemşirenin, tüm çocukların başını “Manamu” diyerek okşadığına şahitlik ettim.
Bir sürü makinaya bağlı, öylece tepkisiz yatan kızıma, belki tepki verir diye hamileyken dinlettiğimde tepki verdiği müzik kutusunu götürdüğümde,
müziği açar açmaz, kızımın tepki göstermesine, benimle birlikte sevinç göz yaşları döken hemşire, yaptıkları mesleği, ne kadar insani duygular içerisinde ve sevgi ile yaptıklarının kanıtıydı adeta.
Ya Dr. AndreasDemetriou.
O’nun bebekleri( bebekler bir avuca sığacak kadardı zaten) avuçlarına alarak, dans edişini, bebeklerin gözlerinin içine bakışını ve muayene ederken mırıldandığı, ninniyi andıran melodiyi, unutmak mümkün değil.
O günlere dair hatırladığım en önemli ayrıntılardan birisi de, Makarios III Hastanesinin, prematüre bebeklerle ilgili bölümünün duvarında asılı olan kocaman bir pano.
Panoda bu güne kadar yaşattıkları bebeklerin isimleri vardı.
Rum, Türk, Kürt, Yunan, Fransız, İspanyol, İngiliz v.s isimler.
Bu isimlerden onlarcası Türk bebeklere aitti mesela.
Şehitlerimizden, Rumların öldürdüklerinden, Türklerin öldürdüğü Rumlardan, hatta dünyadaki tüm savaşlardan söz edildi hep.
Ama ya yaşatılanlar?
Bir canın yaşaması için verilen mücadelelerden söz ettik mi hiç?
Eminim ki, benim AndreasDemetriou ve ekibine duyduğum minneti, Rum tarafındaki bir çok kişi de Türk doktorlardan bir çoğuna duyuyordur.
Caniliğin ve insan hayatını hiçe saymanın, milliyetle ilgisi olmadığını, kürtaj olayında gördük.
Ya da şiirlere konu olan “elleri bağlı küçük Ayşecik” ten.
Bir yanda Amerika’da Nobel ödülü alan Türk bilim adamı varken, diğer yanda, Orta doğuda kan döktüren Amerika siyasileri var.
Bir yanda, savaşta yaralanan Arap bir çocuğa can vermek için kendi canını tehlikeye atan Zenci varken, diğer yandan kendi çocuğunu diri diri gömen Arap var.
Verdiği ilik ile bir yabancı çocuğa hayat veren Nijeryalı varken, 2.5 yaşındaki çocuğun yanarak ölmesine sebep olan Nijeryalı da var.
Öyleyse, neye göre ayırıyoruz insanları, dost ve düşman diye?
Öldürülen insan sayısına göre mi?
Peki, yaşatılanların sayısı da öldürülenler kadar çoksa, o zaman dilimiz varır mı aynı milliyetten olmadığımız birine “dost”demeye?
Ya da, savaş gibi, katliam gibi, onca bebeği öldürenlere, aynı milliyetten olsakbile “düşman” demeye varır mı dilimiz?
Dostluk da düşmanlık da, öğrendiklerimizden mi ibaret?
Yoksa vicdana sorarak mı ayırmalı, dostu, düşmanı?
O zaman sorarım size,
İnsanlığa kim dost, kim düşman?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.