“Bıraktım kulaklarımı duymak istediklerini duysunlar
Bıraktım gözlerimi görmek istediklerini görsünler
Ayaklarımı bıraktım istedikleri yere gitsinler
Ve aklımla kalbimi bıraktım dilediklerince didişsinler”
( H. İ )
An gelir sıkılır, bunalır insan kurallara, dayatmalara, denetlemelere ve alışılmışlara göre yaşamaktan. Ahlak, örf-adet ipleriyle karagöz-hacivat gibi idare edilmekten bıkar. Çünkü anlar ki sadece bunlara bağlı kalmakla ne başkalarını ne de kendini değiştirebilir.
Çoğumuza, hislerimize saygı duymak ve onları özgürce ifade etmek öğretilmedi. Aksine; büyüklerimiz, okul ve toplum tarafından hislerimizi inkâr edip onları gizlememiz öğretildi çoğu zaman. Üstü kapaklı olarak; “Öfkeni bastır, korkunu belli etme, üzüntünü gizle, başarısızlığını örtbas et vb.” mesajları aldık hep bu güçlerden. Yaşam ve çevremizdeki insanlarla başa çıkmak, onlara hoş görünmek isterken de, doğuştan sahip olduğumuz ifade rahatlığını ve açıklığını yitirdik. Kendimize, içimize giden yolu kaybettik zamanla. Kendimiz ve başkaları ile bağlantı kurma özelliğimizi unuttuk. Yeni insanlarla tanışmak için sosyal etkinliklere katıldık belki ama nadiren samimi ilişkiler kurduk. Karanlık bir sinemada bile dramatik bir filmi izlerken gözyaşlarımızı tuttuk, acı verici vedalaşmalarda gülümsedik, komik olmayan fıkralara istemeden güldük. Duygularımız belli olmasın diye göz temaslarından kaçındık. Duygusal olarak kendimizi çok iyi hissettiğimiz anları bile yarım yamalak yaşadık. Doğanın muhteşem güzelliğinin, veya harika bir müziğin heyecanının bizi uzaklara götürmesine bile karşı koyduk. Yakın bir dostumuzla konuşurken sözcükleri seçtik, içimizden geldiği gibi konuşamadık. En büyük zaferlerimizde bile yeterince sevinemedik; o hazzı hep kursağımızda bıraktık. En son ne zaman sevinçten zıpladığımızı veya şaşkınlık ve üzüntüden haykırıp ağladığımızı hatırlamıyoruz bile. Duygularımızı hiç özgür bırakmadık. Kendimizi hep frenledik.
İhtiyaç ve isteklerimizin ayırdına varamıyoruz. İstenen, arzu edilen şeyin; eğer, yaşamı duygusal, fiziksel ve psikolojik yönden etkiliyorsa bir ihtiyaç; diğerlerininse sadece birer istek olduğunu bilemiyoruz. Oysa bu ayırım duygularımızla açığa çıkar ki biz duygularımızı hep göz ardı ediyoruz. Göz ardı etmediğimiz zamanlarda da bazen onları inkâr ediyoruz. Bunu yaparken de gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şeye sahip olduğumuzu düşünüp kendimizi kandırıyoruz. Örneğin hayatımızı paylaştığımız kişinin eksiklerini, hatalarını görmezden gelip onu sevdiğimize inandırıyoruz kendimizi. Bu yapay inandırma kendi egomuzdan da kaynaklanmış olabilir. Belki de yalnız kalma ve tek başımıza hayatla baş etme korkusudur inanmaya meyilli oluşumuzun nedeni. Gün gelip gerçek hislerimizi algılamaya başladığımızda ise kendimizi kandırarak sağladığımız bu yapay sevginin, huzurun ve mutluluğun yerinde aslında derin bir kırgınlık ve kızgınlık olduğunun farkına varırız. Farkına varmak da bazen işe yaramaz çünkü alışılmışlıklardan kurtulmak o kadar da kolay değildir. Hayatımızı değiştirmek, istemekten çok daha fazlasını gerektirir. Çünkü kendimizi analiz etmek, derin bir şekilde deneyimlemek zordur ve duygusal olarak acı vericidir. Korkarız o acıyla yüz yüze gelmekten.
*****
Nedense en doğal duygularımızı reddediyor; bir gün kaybetmek korkusuyla sevmekten bile çekiniyoruz. Oysa korku, duygularımızı yaşamaktan ve ideallerimizi gerçekleştirmekten bizi çoğu zaman men eden olumsuz bir unsurdur. Kapılar ardına kadar açık ve ondan kaçmamız çok kolayken bizi tutsak eden bir duygudur korku. Aslında korkuyu yenmek ve onun bizi tutsak etmesine fırsat vermeden bizim onu kontrol edebilmemiz için, onunla yüzleşmemiz gerekir. Korku, ister fiziksel, ister duygusal kaynaklı olsun; korkulan şeyin üstüne gidip onu deneyimlemek, meydan okumak, ondan kurtulmanın en etkili yoludur. Bu konuyla ilgili olan bir anımı anlatmak tam da bu noktada şart oldu sanırım.
Yıllar önceydi, İstanbul’da metro olayı daha çok yeniydi. Kıbrıs’tan gelecek bir yolcumu karşılamak için hava alanına metroyla gitmeye karar vermiştim. Atatürk Hava Alanına metro daha yeni bağlanmıştı. Arabaya park yeri aramaktansa daha pratik olur düşüncesiyle evime çok yakın olan istasyondan metroya bindim ve son durak olan hava limanında indim. Metrodan inen yolcuların her biri bir tarafa dağılmış, gözden kaybolmuşlardı. Sessiz, alabildiğine geniş ve ürkütücü bir yerdeydim. Rastladığım birine, “gelen yolcu” salonuna çıkış yolunu sordum. Yürüyen merdivenleri gösterdi. Merdivenin yanına kadar gittim ama o kadar dik ve uzun bir merdivendi ki; baktığım zaman adeta başım döndü. Ayaklarım ileri değil geri adım attı ve o merdivene çıkamadım. Aslında korkmuştum. Başımın dönmesine sebep de bu korkuydu ve o anda Oscar Wilde’dan okuduğum bir cümle geldi aklıma. “ Bu tıpkı buzdan bir el kalbinize dokunuyormuş gibi bir his; tıpkı kalbiniz uçurumun dibinde ölesiye çarpıyormuş gibi bir his” diyordu korkuyu tanımlarken. Ben de aynını hissetmiştim o anda. Görevli birini buldum, normal merdivenlerin yerini sordum ve zahmetli bir yoldan gideceğim yere gittim. Bu olay beni çok etkilemişti. Gün boyu bunu düşündüm ve ertesi gün yürüyen merdivenleri olan bir alışveriş merkezine gittim. Oraya daha önceleri de gitmiş, o merdivenleri sayısız kez kullanmıştım ama bu sefer bu merdivenden de korkmuştum. Kendimi zorladım, birkaç kez çıkıp indim. Birkaç zaman sonra hava alanındaki dik merdivenden de çıkmaya zorladım kendimi ve daha sonra o merdiveni sık sık kullandım. Başım dönüyor bahanesiyle kendimi kandırsaydım belki de bugün bütün yürüyen merdivenlerden korkacak, pratik bir avantajdan kendimi mahrum edecek; hatta yeni yeni korkular edinecek ve kendime olan güvenim böyle komik bir olaydan ötürü azalmış olacaktı. Demek ki çözümü sağlayan ve sonunda bizi cesaretlendirip özgürlüğe götüren şey, inkâr etmek yerine duygularımızı deneyimlemek ve korktuğumuz şeyin üstüne gitmektir.
Herkes mutlaka bir şeylerden korkar. Hastalıktan korkuyoruz, sevdiklerimizi kaybetmekten korkuyoruz, acıdan korkuyoruz, yanlış yapmaktan korkuyoruz, kontrolümüzü kaybetmekten korkuyoruz, sorumluluk almaktan korkuyoruz, ölmekten korkuyoruz, kediden-köpekten, uçaktan korkuyoruz vs. vs. Bunların hangisine veya hangilerine sahipsek ondan kaçmak yerine, kurtulmak için üstüne gitmek, onunla yüzleşmek; onun tutsağı olmaktan kurtulmanın ve özgürleşmenin tek yoludur. Bunu yapmadığımız takdirde her an yeni korkulara davetiye çıkarmış oluruz ki bu da hayatımızı cehenneme çevirmeye yeter. “ Korkunun ecele faydası yok” diye boşuna dememişler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.