• BIST 9367.77
  • Altın 2955.021
  • Dolar 34.4743
  • Euro 36.41
  • Lefkoşa 17 °C
  • Mağusa 19 °C
  • Girne 18 °C
  • Güzelyurt 16 °C
  • İskele 19 °C
  • İstanbul 6 °C
  • Ankara 14 °C

NBC ve anılarda Komutan Tahsin Ataizi

Ediz TUNCEL

whatsapp-image-2020-04-03-at-6.25.21-pm.jpgSene 1985, Güzelyurt Ticaret Lisesi’nde öğrenciyiz.

İlk kez Milli Güvenlik dersi alacağız, sınıfta oturmuş merakla gelecek olan hocamızı bekliyoruz.

Şak diye kapı açıldı, içeri Kıbrıs Türk eğitim tarihinin bilgi ve disiplin bakımından en “duayenve ciddi hocalarından” biri olan müdürümüz Aziz Eminsel girdi, tek kelime etmeden sınıfa dikkatlice bir göz attı, baktı herkes yerli yerinde, sınıfta tıs yok, kapıya doğru dönüp, “Buyrun komutanım, ilk sınıfınız burası…” dedi.

Kapıdan içeri sırtında tiril tiril yeşil üniforması, yüzünde hafif bir gülümsemeyle Komando Binbaşı Tahsin Ataizi girdi, önce müdürümüze teşekkür etti, sonra bize dönerek “Merhaba arkadaşlar, nasılsınız?” dedi.

Müdürümüz Aziz Eminsel kısaca komutanı tanıttı, ders hakkında kısa bir bilgi verdi ve sınıftan çıktı.

Kalakaldık ilk “asker” hocamızla.

Adam ilk bakışta boylu poslu değil ama çakı gibi biri, özgüveni hat safhada, çevresine ilk anda tarif edilmesi güç bir güven veriyor,  tek tek sınıftaki herkesin gözünün içine bakıyor, sınıfta ise hafiften bir gerginlik var, herkes ilk kez asker bir öğretmenle karşı karşıya gelmiş durumda, asker demek ciddiyet demek, asker demek disiplin demek, herkes de bunu biliyor ve tıs çıkarmadan komutandan gelecek ilk adımı bekliyor.

Hani öğrencilerde şu sınıfa ilk giren yeniyetme öğretmeni sınama, kafakola alma merağı ve taktikleri var ya, bu adama hiç sökmeyecekmiş gibi geliyor.

Üstelik, 1974’ü çoğumuz hatırlıyor, yaşanan olaylar hafızalarda kazınmış duruyor, askere karşı da büyük bir saygı var.

Komutan da kaçın kurrası, durumu anında çaktı, yüzündeki ciddiyet hafiften bir gülümsemeye dönüştü, herkesin tek tek adını sordu, meraklarını, hobilerini sordu.

Ben sınıfın en gerisinde tek başıma oturuyordum, sıra en son bana gelince gülerek onu şaşırtmak için atış dedim, atletizm, yüzme, kitap okuma, doğada gezme, spor yapma dedim.

“Deme yahu, yani sende biraz komandoluk filan da var” dedi gülerek.

Bu satırları, bu anıları yazarken bile gülümsüyorum.

Kan bağımız yoktu, ama Türk ordusunda unutulmaz hatıralar bırakan Komutan Tahsin Ataizi ile gerek bu dünyada, gerekse öteki dünyada sonsuza kadar da sürecek olancan bağımızın ilk başladığı ve asla unutulmayacak anlardı, bunlar.

O anda fırlamalığım tuttu, G3 ve İngiliz’in tarihi Lee Enfield .303 piyade tüfekleriyle on yaşında tanışıp defalarca atış yapma fırsatı bulduğum ve el alışkanlığıyla kendime de güvendiğim için “Yok komutanım, sizin komandolar bizim gibi koşup, bizim gibi atamazlar, isterse en iyisi gelsin…” diyerek meydan okudum, sınıfta bir gülüşmedir başladı.

Sonradan eğitimde çekilmiş bir fotoğrafında boyu kadar havaya zıplayıp, havada dönerek Jackie Chan’a bile taş çıkartacak müthiş bir estetikle iki rakibinin suratlarına iki ayağıyla aynı anda tekme atabildiğini gördüğümbu mükemmel eğitimli, öyle kolay kolay şakaya gelmez cinsinden, ama bir o kadar da alçak gönüllü ve sıcak kanlı asker kendine yöneltilen bu açık ama çocukça meydan okumayı gururumu kırmadananında kabullendi.

Yüzünde muzip bir ifade belirdi, “Atarız da, koşarız da, yatarız da, hoplarız da, zıplarız da, bakarız da….Ama yok öyle bedava, üstüne de bahisi koyarız da…” dedi gülümseyerek.

Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz misali, anında kabul ettim ve hemen sonrasında iddiamı da burnum iyice sürtüle sürtüle ispatlama fırsatı buldum, komando birliğinde ilk kez geçtiğim Pentatlon sahasını en iyi askeriyle hemen hemen aynı sürede, bir saniye farkla, bitirdim ama pestilim de sağlam çıktı, son engeli de aştığımda, sürekli atletizm antremanı yapmama ve kondüsyonlu olmama rağmen,  artık el ayak koyvermiş, nefes bitmiş durumdaydım, o an yatsam ancak ertesi sabaha kalkardım.

Eeee, koştuk, hopladık, zıpladık, çukura girdik çıktık, tellerin altında süründük,  şimdi sıra geldi “savaşa”, yok öyle yan gel yat da dinlen, tuttuk  yolu gittik atış alanına, en az elli asker sırayla 300 metreden daireli hedeflere puanlı atış yapmış, geriye sadece birkaç kişi kalmış.

Atış yapanların arasında en yüksek puanı tutturan 60 üzerinden 54 tutturmuş, bana onun silahı verildi, o gün benimle gelen Alper Ezher’e de bir başka iyi atıcının silahı verildi.

Ben sol başta, sağ yanımda ise kovanları şapkasıyla yakalayacak olan asker, yattık yere, herkes iki dirseğini yere koyarak nişan alırken, sonradan ordunun en iyi beş atıcısından biri olduğunu öğrendiğim bir astsubay yanımıza geldi, “Sol dirseğin yerle temasını kes, sadece sağ dirsek kalsın, kural böyle” dedi…

Yerde yüz üstü yatıyorsun, bir tek sağ dirsek yere temas ediyor, sol el ise silahı hedefe doğru tutmaya çalışıyor, karından destek almaya çalışıyorsun, olacak gibi değil, olabilecek en anormal atış pozisyonu ve bu şekilde hiç atış yapmadım, bu şekilde atış yapılabileceğini de hiç düşünmedim, ne gördüm, ne de duydum.

Gafil avlanıp, saftiriklikten itiraz da etmedim, dediğini yapmaya çalıştım.

60 saniyelik atış süresinde diğer adamlar daha ikinci mermiye bile geçmeden ben 15 saniyede beş atışı da mecburen salladım, böyle bir anormal yatışta denge sağlayıp da nefes kontrolü yapmanın, rahat nişan almanın imkanı yok, gezden bakıp hedefi arpacığın ucunda gördün mü anında basacaksın tetiğe, başka şansın yok.

Atışı bitirdiğimde silahı bıraktım ve diğerlerine baktım, herkes her iki dirsek de yere dayanmış vaziyettedikkatli dikkatli nizami atış yapıyor.

Atış bitince hemen tepki gösterdim, nasıl olur da herkes her iki dirsek yerde rahat rahat atış yaparken ben tek dirsek dayalı, sol dirsek havada atış yapmak zorunda bırakıldım, olur mu böyle iş dedim.

Hin hin gülümsediler, cevap olarak önce hedefe bakalım dediler.

Tuttuk yolu koşarak gittik hedeflere, benim atışların beşi de en dış dairenin en altında, 15 santimlik bir hat üzerinde yan yana dizilmiş, sadece ortadaki mermi en dışta olan bir puanlık çizgiye tam temas etmiş, dolayısıyla 60 üzerinden ala ala bir puan almışım, sıralamada en dipte kalmışım.

Moral yerle bir, ama nişan ve vuruş noktasını gördüğüm için tekrar denemeye niyetliyim, nişan noktamı kaydırıp hedefi tam merkezden her atışta vuracağım, kafaya koydum.

Astsubay Tahsin Komutan’a durumu söyledi, o da durumu askerlere açıkladı, “Bu kardeşimiz bir puan aldı ama hepinizden iyi attı” dedi, bir de üstüne onlara fırça attı.

Ben şaşkın, 60’da bir puan almışım, bütün grubun en kötü puanı, en kötü atan benden sonra Alper, 11 puan vurmuş, askerlerin en kötüsü ise 30 puanın üzerinde, benimkinin nesi iyi atış, bunlar benimle resmen kafa buluyorlar diyerekburnumdan soluyorum, bir seri daha atmak istedim, izin vermedi, gülerek “Sen 60’da bir puanla en iyi atışı yaparak sıranı savdın, herkese eşit sayıda mermi veriyoruz” dedi, bol kepçeden alaya alındığımı düşünerek benim moraller bir daha yerle bir oldu.

Sonradan bana moral versin diye meseleyi açıkladı, anormal bir yatış ve atış pozisyonunda 15 saniyede 5 mermi ile 15 santimlik bir grupman o mesafede büyük başarıymış, askerlere de o yüzden fırça atmış, bu da benim için züğürt tesellisi oldu.

Tahsin Komutan ikinci derste bize bir yığın ders materyali getirdi, ki daktiloda yazılmış ve teksir makinesinde çoğaltılmış bu materyallerin, derste anlattıklarından aldığımız notların bir kısmı halen evde bir yerlerde duruyordur...

Sanki kırk yıldır aynı şeyi anlatıyormuşcasına savaş taktiklerinden, savaşta kullanılan savaş silahlarından ve korunma taktiklerinden bahsetti, ve ilk kez NBC (Nuclear, Biological, Chemical – Nükler, Biyolojik, Kimyasal) silah kavramıyla da bizi tanıştırdı.

Bunlar, Doğu ile Batı blokları arasında çok gergin şartlarda soğuk savaş dönemini yaşadığımız o dönemlerde çoğumuz için yeni bir kavramdı ve bazılarımızın anlaması için hem somut, hem de soyut yönleriyle anlattı, ki ben tam bir disiplin içinde ve her kelimesini beynimize çaka çaka, madde madde anlattıklarının hemen hepsini noktası virgülüne not almış,  sınav kağıdına da bir tamam yazmıştım.

“NBC görünmez, sinsi, kalleş düşmandır, göremezsiniz, vuramazsınız, algılayamazsınız, izini süremezsiniz, hissettiğinizde iş işten geçmiş, vuruldunuz demektir. 2. Dünya Savaşı sonunda Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları nükler silahlardı, arkalarında bıraktıkları radyasyon etkisi de yıllarca sürecek kimyasal, radyoaktif etkisiydi, sonradan oralarda doğan insanlarda anormal biyolojik değişimler yaşanmıştı ve kanser vakkaları da çok artmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nda yakın siperlerde savaşan Almanlar, Fransızlar ve İngilizler birbirlerine kimyasal gaz bombaları atmışlar ve hazırlıksız yakalananları topluca öldürmüşlerdi” demişti ve yanında getirdiği bu gibi durumlarda kullanılan gaz maskesini göstermişti.

“Ama…” demişti, “Bugün çok daha gelişmiş balistik füzeler var, bin atom bombası gücünde nükler başlıklar taşırlar, bu silahların bir anlık kullanımı, hatta tek bir tanesi bile, bütün insanlığı ve hayatı yok edebilir. En az bunlar kadar tehlikeli olanı da insan eliyle laboratuarlarda geliştirilmiş olan virüslerdir, kimyasal ve biyolojik silahlardır, en kalleş silah bunlardır, en kalleş savaş bunlarla yapılır, sessiz ve görünmezdirler, izleri sürülemez, en az nükler ve kimyasal silahlar kadar etkilidirler, hedef gözetmezler, nükler silahları kullanmaktan kaçındıkları yerlerde düşmana zarar vermekiçin gün gele bunları kullanacaklar, gelecek savaşlara bunlar da dahil edilecek,  bu yüzden de tüm bunlara karşı hazırlıklı olmalıyız, kendimizi korumanın yollarını, yöntemlerini bilmeliyiz…” demişti.

Dersimiz Milli Güvenlik dersiydi ama Sivil Savunma kavramlarını da içine entegre etmişti, sadece savaşta ve NBC’den korunma değil, yangın, kaza, yaralanma gibi durumlarda ilk yardımda neler yapılabileceğini de anlatmış, tecrübelerini bizimle paylaşmış ve ders bizim için çok daha anlamlı olmuştu.

Sonra da cümbür cemaat bizi okulumuzun yanındaki askeri birliğe götürmüş, oradaki komutanlar mevcut silahları bize tanıtmıştı, isteyenlere atış yaptırılmıştı, tabi ki ben bütün ısrarlarıma rağmen hava almıştım, sadece silahları seyretmekle yetinmiştim, Tahsin Komutan yarı şaka yarı ciddi “Bu kardeşimiz atacaksa önce Pentatlon koşacak, sonra atacak” demişti, orada Pentatlon sahası olmadığı için de sadece barut kokusu koklamıştım.

O gün muhteşem şovu bizim sınıftan Feriştah Saadet Namsoy (Lapta belediye eski başkanı Fuat Namsoy’un eşidir) yaptı. Feriş tutturdu atacam diye, yattı yere, aldı eline G3’ü, kendisine nasıl nişan alacağı gösterildi, 25 metredeki hedefe güzelce nişan aldı, tam tetiğe basacağı sırada gözlerini kapatıp kafasını çevirdi, tetiğe basıverdi, patlayan silahla birlikte çığlığı da bastı,  Feriştah’ın haline millet kahkahayı patlattı, ama Feriş’in mermisi MRAD ölçekli atış kağıdının ortasındaki kare hedefin tam da göbeğinde, milimetrik bir kusursuzlukla tam da merkezindeydi, Feriştah atışın “feriştahını” yapmıştı…

Tahsin Komutan günün şampiyonu Feriştah’ın bu atışını hiç unutmadı ve her karşılaştığımızda hep andı, atışı gören okul müdürümüz Aziz Eminsel de, sürekli ciddiyetine alıştığımız için hiç de alışık olmadığımız bir şekilde güle güle bir hal oldu, bizi şaşkına çevirdi, Feriştah’a epeyce takıldı.

Yıllar yılları kovaladı, en azından benim hayatımda derin izler bırakan ve bazı öğretmenlerimiz tarafından da hala hatırlananTahsin Ataizi Komutan bizimle irtibatı hiç kesmedi, sadakat ve vefa hiç bitmedi, Ankara’da geçen öğrencilik yıllarımızda,yakınımızda veya uzağımızda olsa da, abimizdi, babamızdı, kardeşimizdi, herşeyimizdi, defalarca sadece bizleri görmek için vakit ayırıp Kıbrıs’a geldi.

O’nunla Güneydoğu’da görev yapan bir asker “Tahsin Komutan bizim için cesaret ve merhamet timsaliydi, onunla savaşırken tek bir kayıp bile vermedik, düşmanı deliğinden bulup çıkarırdık, bize kurşun sıkmaya kalkanı devirirdik, ama esirlere yediğinden yedirir, içtiğinden içirirdi, kendini biraz önce öldürecek olan düşmanı esir aldığında insan yerine koyardı. Bir keresinde dağda pusuya düşürüp üç esir almıştık, pisherifler açlıktan geberecek haldeydi,  kendilerine insanca davranıldı diye, helikopter gelene kadar midelerine kurşun yerine sıcak yemek girdi diye, şaşkaloz gibi bakıyorlardı.” demişti.

Tahsin Komutan’a bu merhamet neden, karşınıza eli silahlı çıktıklarında niye merhamet gösteriyorsunuz diye sorduğumda hem bir komutan, hem de erdemli bir insan olarak verdiği cevap çok anlamıydı, “PKK dediğin cehaletle birleşmiş emperyalizm uşaklığıdır, aralarında eline kalemi göremeden silah verilmiş çocuk denecek yaşta olanlar var, devletimiz çok büyük bir devlettir, Atatürk’ün kurduğu devlettir, ayakları önüne serilen Yunan bayrağını kaldırtan adamın devletidir, biz savaşmayı da merhameti de Atamızdan biliriz, cehaletin ve emperyalizmin tuzağına düşenleri düşman da olsa mecbur olmadıkça öldürmeyiz,irademizi, merhametimizi kaybedersek bu çapulculardan farkımız kalmaz, insanlığımızı da kaybederiz, zorla eğri yola girdilerse bir fırsat veripdoğru yolu gösteririz, ikinci bir şans veririz,doğru yolu bulan bulur, bulmayan da yine karşısında bizi bulur, bu  da onlar için yolun kesin sonu olur. Bizim en büyük düşmanımız cehalettir. Atatürk silahlı savaşı bir senede kazandı, ama en büyük savaşı yıllarca cehalete karşı verdi, biz malesef hala onun cehaletle yaptığı savaşın devamını yapıyoruz.” demişti.

Bazı dersleri o kadar derinden ve özümseyerek alırsınız ki tek bir ayrıntısını bile asla unutamazsınız, bu da onlardan biriydi.

Onun sayesinde tanıştığımız ve can bağını kurduğumuz diğer asker arkadaşlarımız ile de yıllar yılıdır bağlarımız hiç kopmadı.

Bugünse, bize ta 35 sene önce üstüne basa basa anlattığı “kalleş savaşla” tanıştık.

Tanıştık ve üstelik de geldiğini göre göre, Tahsin Ataizi Komutan’ın o en büyük düşmanımız dediği “cehalet” yüzünden fena halde gafil avlandık.

Görünen o ki, bizi virüs değil, en tehlikeli virüsten daha tehlikeli olan ve tüm virüslerin anası olan cehalet yıkıyor, yerle bir ediyor, hem de göstere göstere, göz göre göre, ve biz çaresiz seyrediyoruz, çünkü gözle görülür savaşacak bir düşman yok, bizi sadece o görüyor, bizse sadece bizi vurduğunda vurulduğumuzu anlıyoruz.

Zırcahiller ise, gözleriyle görmedikleri hiçbir şeyi umursamadıkları için (hoş, görseler de zaten umursamazlardı, adı üstünde zırcahil) bu görünmez düşman çok daha kolay vuruyor, çok daha hızlı vuruyor.

Filmlerde gördüklerimizi capcanlı yaşıyoruz, “kontrollü bir biyolojik savaşta” cehaletin düşmanı bilimin imdadımıza koşmasını umut ediyoruz.

Güzel günler, güzel çiçekler, güzel baharlar, denizimin hırçın dalgaları, güzel insanlar, can dostlarım, güzel dostlarım artık hep kapının dışında kaldı, gökyüzünün maviliği, bulutlar sadece pencerede bir dekor gibi…

Diyebileceğim tek şey kaldı…Tanrı tüm iyi insanları ve çocukları korusun, Tahsin Ataizi Komutan gibilerine cehaletle yaptıkları onurlu savaşlarında sağlık, esenlik, güç, dirayet versin…

 

 

  • Yorumlar 0
  • Facebook Yorumları 0
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları