Dünyaca ünlü dilbilimci ve aktivist Noam Chomsky, DiEM25’in internet üzerinden gerçekleştirdiği "Koronavirüs sonrası dünya" dizisi kapsamında bir söyleşi verdi. 1928 doğumlu Chomsky, "Tehlikede olan ne?" başlıklı söyleşisinde koronavirüs krizini, bizzat tanıklık ettiği dünya tarihinin önemli kırılmalarına değinerek yorumladı."Koronavirüsün iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak’’ diyen Chomsky, sosyal mesafenin de tamamen yeni bir durum olmadığını ileri sürerek "Koronavirüs öncesi sosyal yakınlıklar yüzeyseldi ve insanlar birbirinden yalıtılmış haldeydi’’ dedi. Söyleşi boyunca neoliberalizm eleştirisi yapan Chomsky, neoliberalizmi bir "salgın" olarak tanımladı ve bu salgının koronavirüsü önlemeye engel olduğunu söyledi. Ayrıca, koronavirüsü "gelmekte olan daha büyük krizlerin küçük bir kesiti’" olarak gören Chomsky, dünyanın ve ABD’nin bu krize "sosyopat" olarak nitelendirdiği ABD Başkanı Donald Trump ve onun yardakçıları eşliğinde girmesini bir felaket olarak değerlendirdi.Noam Chomsky’nin DiEM25’ten Srećko Horvat’a verdiği söyleşinin çevirisini sizlerle paylaşıyoruz.Çeviri: Yasin Uysal & Yusuf Said Akcakaya
Merhaba Noam. Neredesin? Kendini karantinaya aldın mı, ne zamandır karantinadasın, bize söyleyebilir misin?
Tabii. Şu an Tucson, Arizona’da kendimi karantinaya aldım.
1928 doğumlusun ve ilk makaleni, benim bildiğim kadarıyla, on yaşındayken yazmıştın. Ki bu makale aslında 1938’de Barselona’nın kaybedilmesi sonrasında İspanyol İç Savaşı hakkındaydı. Bu benim neslim için oldukça uzak olan bir zaman. İkinci Dünya Savaşı’nı, Hiroşima’yı gördün, tanıklık ettin; bunun dışında Vietnam Savaşı’ndan Petrol Krizi’ne, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar birçok önemli siyasi, tarihi olaylara tanık oldun. Bundan önce Çernobil’e, sonra 90’larda -aynı zamanda küresel bir olay olan- 11 Eylül’e gidecek tarihi bir âna tanık oldun, son zamanlarda ise -senin gibi birinin yaşam öyküsünü mümkün olduğunca kısaltmaya çalışıyorum- 2007 ve 2008’in finansal krizini gördün. Yani bu arka planda, bu kadar zengin bir hayat yaşamış ve böyle tarihi süreçlere tanıklık etmiş ve bunlarda rol oynamış biri olarak; günümüzdeki koronavirüs krizine nasıl bakıyorsun? Bu daha önce eşine rastlamadığımız tarihi bir olay mı, bu seni şaşırtan bir şey miydi?
Söylemeliyim ki, beni şu an ele geçiren ilk anılarım 1930’lardan. Barselona’nın kaybedilmesi hakkında senin de bahsettiğin makale, aslında esas olarak faşist salgının bütün Avrupa’da insafsızca yayılması ve nasıl sonlanacağı hakkındaydı. Çok sonra, iç belgelerin yayınlanmasından sonra keşfettim ki ABD’nin o dönem ve sonraki yıllardaki analizcisi savaşın sona ereceğini bekliyormuş. Savaşın sona ermesiyle dünyanın ABD hâkimiyetindeki hava bölgeleri ve Alman hâkimiyetindeki bölge arasında bölüneceğini tahmin etmiş. Yani benim çocukluk korkularım tamamen yersiz değilmiş. Ve bu anılar şimdi geri geliyor.
Çocukken Hitler’in Nürnberg mitinglerini radyoda dinlediğimi hatırlayabiliyorum. Sözcükleri anlayamıyordum ama duyguyu ve tehdidi kolayca anlayabiliyordunuz. Bugün Donald Trump’ın mitinglerini dinlediğimde aynı şekilde çınladığını söylemeliyim. Kendisi bir faşist olduğundan değil -herhangi bir ideolojiye sahip olacak biri değil, sadece bir sosyopat ve kendini düşünen bir birey- ama duygu ve korkular aynı. Dünyanın ve ülkenin kaderinin sosyopat bir şaklabanın elinde olduğu düşüncesi akıllara ziyan.
Koronavirüs yeterince ciddi bir tehlike ama gelmekte olan çok daha dehşetli bir şey var. İnsanlık tarihinde gelmiş geçmiş her şeyden daha kötü bir felaketin kıyısına doğru yarışıyoruz. Donald Trump ve yardakçıları da bu uçuruma giden yarışta en öndeler. Aslında, şu anda yüz yüze olduğumuz iki büyük tehlike var: Biri, silah denetiminden geriye kalanların yok edilmesi ile kızışan nükleer savaş tehlikesinin artması, diğeri ise tabii ki küresel ısınma hakkında artan tehlike. İki tehlike de halledilebilir ama çok zamanımız yok ve elbette koronavirüs de korkunç sonuçları olabilecek bir şey. Ama tabii bir iyileşme süreci olacak; öte yandan diğerleri iyileşemeyecek, bitmiş olacak. Diğerlerinin hakkından gelemezsek, bittik demek. Yani, çocukluk anılarım beni ele geçirmeye başladı yine, ama artık farklı bir boyutta.
Bildiğiniz gibi her yıl kıyamet saati kurulur, gece yarısına, yelkovanın 12’ye vurmasına doğru kurulmuştur. Yelkovan 12’ye vurduğunda her şey bitecektir. Trump seçildiğinden beri yelkovan gece yarısına vurmaya gittikçe yaklaşıyor. Geçen yıl gece yarısına iki dakika vardı. Ulaşılabilen en yüksek buydu. Bu yıl, analizciler dakikaları boş verip saniyeleri hesaplamaya başladılar. Gece yarısına 100 saniye – hiç bu kadar yakın olmamıştı. Bu üç şeye göre oldu: Nükleer savaş tehlikesi, küresel ısınma ve demokrasilerin yozlaşması. Aslında bu sonuncu (demokrasilerin yozlaşması) tam buraya ait değil ama bir yandan da ait. Çünkü bu krizi atlatabilmemiz için yegâne umudumuz bu: Halkın kendi kaderini ele geçirmesi. Eğer bu gerçekleşmezse o zaman bittik, kaderimizi sosyopat şaklabanlara bırakırsak mahvolduk demek. Ve bu yaklaşıyor.
Trump ABD’nin sahip olduğu güçten dolayı en kötüsü. ABD’nin gerilemesinden bahsediyoruz ama dünyaya bakarsanız bunu görmüyoruz. ABD korkunç yaptırımlar uyguluyor, öldürüyor ve hâlâ bunu yapabilen tek ülke. Ve herkes bunu uygulamak zorunda. Avrupa, İran’a yaptırımlardan hoşlanmayabilir, aslında bundan nefret ediyorlar ama yine de yaptırımlara uymak zorundalar. Efendiyi takip etmek zorundalar yoksa uluslararası finansal sistemden atılırlar. Bu bir doğa yasası değil, bu Avrupa’nın Vaşington’daki efendiye tâbi olmak için verdiği karardan ileri geliyor, diğer ülkelerin böyle bir seçim hakkı bile yok.
Koronavirüse geri dönersek, bunun en şok edici ve haşin yönlerinden biri, yaptırımların eziyeti en üste çıkarmak için tamamen bilinçli kullanımı. İran çok büyük iç sorunların içinde. Bu durumda yaptırımları daha da sıkılaştırmak, apaçık olarak sert bir şekilde acı çekmelerine yönelik bilinçli bir tasarıyı akla getiriyor. Küba bağımsızlık kazandığında bugün dahi bunun cefasını çekiyor, bunun üzerine hayatta kalabilmeleri hayret edilesi ama dirençli duruyorlar ve bugünkü virüs krizinin en ironik unsurlarından biri de Küba’nın Avrupa’ya yardım etmesi. Demek istediğim bu oldukça şaşırtıcı, nasıl tarif edeceğinizi bilemiyorsunuz. Almanya’nın Yunanistan’a yardım edememesi ama Küba’nın Avrupa ülkelerine yardım etmesi… Bunun ne anlama geldiğini düşünürseniz tüm sözcükler yetersiz kalıyor. Binlerce insanın Akdeniz’de öldüğünü gördüğünüz zaman, yüzyıllardır mahvedilen bir bölgeden kaçtıklarını ve Akdeniz’de ölüme gönderildiklerini gördüğünüz anda hangi sözcükleri kullanacağınızı bilemiyorsunuz. Bu noktada, bu kriz -Batı uygarlığının krizi- onları düşününce çok çarpıcı. Bu da beni, radyoda mitingleri sırasında Hitler’in kaba kalabalıklar karşısında saçmalamalarını dinlediğim çocukluk anılarıma götürüyor. Öyle ki bu türün (insan ırkının) gerçekten yaşayabilir olup olmadığını sorguluyorsunuz.
Demokrasinin krizinden bahsettiniz. Şu anda, bence biz de tarihte daha önce kendisine rastlamadığımız bir durumda bulunuyoruz. Bu anlamda, neredeyse 2 milyar insan -benim bulabildiğim kadarıyla- öyle ya da böyle evlerinde kalmış durumda. Buna ister karantina, ister tecrit, ister kendini tecrit etme deyin. Dünyada neredeyse 2 milyar insan evde, tabii eğer bir eve sahip olacak kadar şanslılarsa. Aynı zamanda Avrupa’da ve diğer ülkelerde tanık olduğumuz şey, sadece ülke içinde değil dışarıda da sınırlarını kapattıkları. Aklımıza gelen tüm ülkelerde bir istisna hâli mevcut; yani Fransa, Sırbistan, İspanya, İtalya ve diğer ülkelerde sokağa çıkma yasağı, ordunun sokağa inmesi sözkonusu. Size bir dilbilimci olarak sormak istediğim; şu an çevrimde olan dili, sadece Trump’ı değil, Macron’u ve bazı diğer Avrupa siyasetçilerini dinleyecek olursanız, sürekli olarak savaş hakkında konuştuklarını duyacaksınız. Hatta medyanın “cephede ilk safta” olan doktorlardan bahsettiğini ve virüsün bir düşman olarak adlandırıldığını görüyoruz. Bu bana, şükür ki çocukluk anılarını değil ama yine de o dönemde Victor Klemperer tarafından yazılmış “Lingua Tertii İmperii” (Nasyonal Sosyalizmin Dili) adında, 3. Reich’ın dili ve dil aracılığıyla ideolojiyi nasıl dayattığı hakkında olan bir kitabı hatırlattı. Dolayısıyla, sizin perspektifinizden, savaş hakkında bu söylem bize ne söylüyor ve neden virüsü bir düşman olarak tasvir ediyorlar? Bu, yeni istisna hâlini meşrulaştırmaya mı yönelik yoksa bu söylemde daha derin bir şey mi sözkonusu?
Eğer böyle bir krizin üstesinden gelmek istiyorsak, savaş dönemi seferberliğine yönelik hareket etmemiz gerekiyor. ABD gibi zengin bir ülkeyi ele alın, eğer düşünecek olursanız ani ekonomik sorunların üstesinden gelmek için kaynaklara sahip bir ülke. İkinci Dünya Savaşı için seferberlik ülkeyi, bugün düşünüldüğünden çok daha fazla bir borç altına soktu ve oldukça başarılı bir seferberlik durumuydu. Öyle ki, gerçekte ABD imalatını dört katına çıkardı, ekonomik bunalımı bitirdi; ülkeyi kötü bir durumda bıraktı ama yine de büyümek için yeterli durumda bıraktı. İhtiyacımız bundan daha az, kesinlikle bir dünya savaşı ölçeğinde değil elbette ve bugün bir dünya savaşı sözkonusu değil, ancak oldukça ciddi olan kısa vadedeki bu krizi atlatmak için ihtiyacımız olan buna benzer bir seferberlik zihniyeti.
Burada, 2009’da ABD’de ortaya çıkan domuz gribi salgınını hatırlayabiliriz. Birkaç yüz insan en kötüsünü atlatabildi, yine de uğraşılması gerekti. Ama bu durum ABD gibi zengin bir ülkede gerçekleşti. Şu an iki milyar insan söz konusu, çoğunluğu Hindistan’da. Kıt kanaat geçinen, karantinada açlık çeken bir Hintli için nasıl olacak? Ne olacak? Uygar bir dünyada zengin ülkeler, bizim şu anda yapmakta olduğumuz gibi onları boğmak yerine muhtaç olanlara yardım ediyor olurdu. Özellikle Hindistan’da fakat dünyanın çoğu yerinde de aynı şekilde. Bu çeşit bir krizde, ister Hindistan gibi bir ülkede olsun, eğer hâlâ devam ederlerse günümüzdeki eğilimler sonucunda Güney Asya birkaç on yılda yaşanamaz hâle gelecek. Racastan’da bu yaz sıcaklık 50 dereceye ulaştı ve bu yükseliyor. Suyun şimdiki durumu daha kötü olamazdı. İki nükleer güç var, azalmış su kaynaklarını kısıtlamak için kavga edecekler.
Demek istediğim, evet koronavirüs oldukça ciddi, bunu hafife alamayız. Ama bunun, gelmekte olan daha büyük krizlerin küçük bir kesiti olduğunu hatırlamalıyız. Bugün koronavirüs kadar insan hayatına dokunuyor değiller ama canlı türlerini yaşayamayacak duruma getirecekleri bir noktaya gelecekler ve bu çok uzak bir gelecek değil. Dolayısıyla çözmemiz gereken birçok sorun var; evet, acil olanlar arasında koronavirüs ciddi. Elbette halledilmesi gerekli ve belirmekte olan daha büyük, çok daha büyük olanlar var. Bunun yanında, uygarlık hakkında bir kriz var. Koronavirüsün iyi bir yanının, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz hakkında düşünmeye itmesi olduğu söylenebilir. Bu duruma götürecek bir dünya mı istiyoruz? Bu krizin kökenleri hakkında düşünmek durumundayız. Neden bir koronavirüs krizi var?
Sözkonusu olan devasa piyasanın başarısızlığı… Bu, neoliberal vahşiliğin kızıştırdığı piyasaların özü ve derin sosyoekonomik sorunların neoliberaller tarafından şiddetlendirilmesi ile ilgili. Küresel salgınların muhtemel olduğu uzun zamandır biliniyordu. SARS’ın biraz değişmiş hâli ile bir koronavirüs salgını olmasının muhtemel olduğu iyice anlaşılmıştı. 15 yıl önce virüsler tanımlanmıştı, aşılar vardı. O dönemde, dünyanın her yanından laboratuvarlar olası bir koronavirüs salgınına yönelik bir koruma sağlamak için çalışabilirlerdi. Bunu niye yapmadılar? Piyasa göstergeleri yanlıştı. İlaç şirketleri -kaderimizi özel tiranlıklara devrettik- kamuya hesap vermeyen şirketleri ellerinde tuttular. Bu durumda, büyük ilaç şirketleri söz konusu. Onlar için ise yeni vücut kremi yapmak, insanları nihai bir yıkımdan kurtaracak bir aşı bulmaktan daha kazançlıydı. Devletin müdahil olması imkansızdı ama savaşta seferberlik dönemine geri gidecek olursak bu gerçekleşmişti. O dönemde, Polio (çocuk felci), çok iyi hatırlıyorum korkunç bir tehditti. Roosevelt yönetimince oluşturulan bir devlet kurumu tarafından Salk aşısının bulunmasıyla sona erdi. Patent yoktu, herkese açıktı. Bu olay, günümüzde de olabilirdi ama neoliberal salgın bunu engelledi. Özel sektörden gelen -tabii burada iktisatçıların da sorumluluğu var- bir ideolojinin altında yaşıyoruz.
Bu ideoloji, Ronald Reagan’ın şirket efendilerinin eline tutuşturduğu metni ışıl ışıl gülüşü ile okuyarak, “Sözkonusu sorun devlet, o zaman devletten kurtulalım” demesiyle simgelenebilir. Yani; “Hadi, kararları, kamuya hesap vermesi mümkün olmayan özel sektör tiranlıklarına bırakalım.” Atlantik’in öte kıyısındaki Thatcher ise, bireylerin içinde bir şekilde hayatta kalacakları piyasa şeklinde bir topluma doğru yol gösteriyordu, dahası bunun bir alternatifi yoktu. Dünya zenginlerin altında yıllardır eziyet çekiyordu. Şu an işler Salk aşısı dönemindeki gibi doğrudan devlet müdahalesini gerektirecek düzeyde. Ama neoliberal salgından doğan ideolojik nedenlerle bu yol tıkalı. Önemli nokta şu: Sözkonusu koronavirüs salgını önlenebilirdi, okunması için tüm bilgiler ortadaydı.
Aslında 2019 Ekim’inde, salgından hemen önce, ABD ve dünya seviyesinde böyle olası bir salgın için geniş ölçekte bir simülasyon yapıldığı biliniyordu. Hiçbir şey yapılmadı. Dolayısıyla, bu kriz siyasi sistemlerin ihaneti yüzünden daha kötü hâle geldi. Sahip oldukları bilgiye gereken önemi vermedik. 31 Aralık’ta Çin, Dünya Sağlık Örgütü’nü pnömoniye (zatürre) benzer fakat kökeni bilinmez belirtileri olduğu hakkında bilgilendirdi. Bir hafta sonra, bazı Çinli bilim insanları bunun bir koronavirüs olduğunu tespit etti ve daha sonra bunu dizilediler. Bilgilerini de dünya ile paylaştılar. O zamanda, Dünya Sağlık Örgütü’nün raporunu okumaya zahmet edenler, bir koronavirüsün sözkonusu olduğunu ve nasıl mücadele edileceğini biliyordu. Herhangi bir şey yaptılar mı? Evet, tabii, bir kısmı yaptı. O bölgedeki ülkeler; Çin, Güney Kore, Tayvan, Singapur, bir şeyler yapmaya başladı. En azından krizin ilk çıkışı anında bunu az çok sınırlamayı başardılar. Avrupa’da da bir ölçüye kadar, bu oldu. Almanya ise tam zamanında harekete geçti, liberalizm altında hastane sistemlerine sahipti, fazladan muayene kapasitesi vardı ve fazlasıyla bencil bir şekilde davranma olanağına sahipti; diğerlerine yardım ederek değil en azından kendine makul bir sınırlama sağlayabildi. Diğer ülkeler ise bunu sadece görmezden geldi. Bunlardan en kötüsü Birleşik Krallık ve hepsinin en kötüsü de bir gün ortada bir kriz değil sadece grip var diyen, ertesi gün bunun korkunç bir kriz olduğunu söyleyen insanlar tarafından yönetilen Birleşik Devletler.
Dünyanın böyle insanların elinde olduğu düşüncesi şok edici. Ama burada vurgulanması gereken nokta, tüm bunların devasa piyasanın çöküşü ile başladığı ve bunun da neoliberal salgın tarafından daha kötü hâle getirilen sosyoekonomik düzende çok temel sorunlara işaret ettiği. Ancak çalışıyor olsalar bu sorunlara cevap verebilecek olan kurumsal yapıların çökmesi nedeniyle bu durum hâlâ devam ediyor. Bunlar, hakkında ciddi olarak düşünmemiz ve daha derin düşünmemiz gereken konular. Söylediğim gibi nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz? Eğer bunu atlatabilirsek, önümüzde seçenekler olacak. Bu seçenekler, oldukça otoriter ve zalim devletlerin yerleşmesinden, toplumun özel kazanç yerine insancıl koşullara göre, insan ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak kökten bir şekilde inşasına kadar değişebilir. Oldukça otoriter ve kötü dediğimiz devletlerin neoliberalizm ile oldukça uyumlu olduğunu aklımızda tutmalıyız. Aslına bakarsak Mises’ten Hayek’e kadar neoliberal düşüncenin, “Sound Economics” diye adlandırdıkları şeyi desteklediği sürece devasa devlet şiddeti ile mutlu oldukları görülebilir.
Neoliberalizm kökenlerini 1920’lerin Viyanası’nda bulur. Mises, Avusturya’da işçi sendikalarını ve Avusturya sosyal demokrasisini yerle bir eden protofaşist devleti için sevincini zor saklıyordu ve erken protofaşist hükümete katıldı ve onu övdü. Onun “sound economics”ini koruması nedeniyle aslında faşizmi övdü. Şili’de Pinochet birçok suikastla zalim diktatörlüğünü kurduğunda, hepsi bunu sevdi, hepsi orada savaştı. Toplumun küçük bir kesimine kazanç getiren bu “sound economics”e, bu muhteşem mucizeye yardım ettiler. Dolayısıyla, vahşi bir neoliberal sistemin kendinden menkul liberteryenler tarafından güçlü bir devlet, şiddet ve dayatma ile yeniden kurulacağını düşünmek ihtimal dışı değil. Bu işin bir yanı, gerçekleşmesi olası bir kâbus. Ama bu zorunlu değil.
Bunun yanında, birçoklarının yaptığı gibi insanların örgütleneceği, bir araya geleceği ve daha iyi bir dünya kuracakları bir ihtimal de mevcut. Bu durum da, şu anda herhangi bir zamandan daha muhtemel olan nükleer savaş, o aşamaya geldikten sonra düzelmenin mümkün olmayacağı çevre felaketi sorunları gibi devasa sorunlarla yüz yüze gelecek. Bu olasılık ise eğer kararlı bir şekilde harekete geçmezsek o kadar uzakta değil. Dolayısıyla, şu an insanlık tarihinin önemli bir ânı sözkonusu. Bu sadece koronavirüs krizinden dolayı değil ama bize yönelik olarak sosyoekonomik sistemin derindeki kusurları, çalışmaz hâldeki özellikleri hakkında farkındalık yaratması, yaratması gerekmesi bakımından böyle. Dolayısıyla bu, bugün halledilmesi gereken bir ders ve patlamadan önce bunu önlemek için bir uyarı işareti olabilir.
Çok fazla zamanımız olmadığı için son bir soru daha soracağım. Bence, birçok insan ve toplumsal hareketlerde, örgütlenmelerde rol alan ve bunun için insanlar arasında fiziksel ve toplumsal yakınlığı kullanan bizler, şu an aniden “sosyal mesafe” denilen şeye alıştık. Dolayısıyla, sorum şu: Toplumsal direnişin, sosyal mesafe döneminde geleceğini nasıl görüyorsunuz? Eğer bunun, bir veya iki yıl olmasa bile birkaç ay daha fazla zaman aldığı ve bizim evimizde tecritte kaldığımız durumda, dünyanın her tarafındaki ilericilere, aktivistlere, entelektüellere, öğrencilere, işçilere tavsiyeniz ne olurdu? Bu yeni durumda nasıl örgütlenmeli? Ve belki bize, küresel bir otoriterliğe gitme yerine bu tarihi durumun dünyanın yeşil, eşit, adil ve dayanışma dolu kökten bir değişimine doğru gidebileceği bir umut görüp görmediğinizi söyleyebilirsiniz.
İlk olarak, son yıllarda, oldukça zararlı bir çeşit toplumsal uzaklık gerçekleştiğini unutmamalıyız. Örneğin bir McDonalds’a gidiyorsunuz ve masanın etrafında oturan, hamburger yiyen gençlere bir bakıyorsunuz ve gördüğünüz şey: İki ayrı sohbet ilerliyor. Biri, kendi aralarında devam eden yüzeysel bir tartışma diğeri ise her birinin kendi cep telefonunda uzaktaki bir arkadaşıyla yaptığı sohbet. Bu durum, insanları olağanüstü derecede atomize etti ve onları birbirinden yalıttı. Toplumun olmadığını ileri süren Thatcher ilkesi yükseldi, sosyal medyayı kötüye kullandı ve insanları, özellikle gençleri oldukça yalıtılmış yaratıklara dönüştürdü. Şu anda ABD’de üzerinde “Yukarı bak” yazılı tabelalar olan kaldırımlara sahip üniversiteler var. Çünkü etrafta gezinen her genç kendine yapışmış durumda. Bu oldukça zararlı olan, bir çeşit kendi kendini sürekli yalıtma durumu. Şimdi ise gerçek bir toplumsal yalıtım halindeyiz.
Bunun üstesinden ancak toplumsal bağların mümkün olan tüm yollar ile yeniden oluşturulması ile gelinebilir. İhtiyacı olanlara yardım ederek, iletişime geçerek, örgütlenmeleri geliştirerek, çözümlemeleri genişleterek, onları çalışır ve harekete geçebilir durumda tutarak, gelecek için planlar yaparak, insanları internet çağında bir şekilde bir araya getirerek, karşılaştıkları sorunlar için danışmak, tartışmak, karar vermek, yüzleşmek ve bunlar üzerine çalışmak gibi yollarla olabilir. Bunlar, yüz yüze olmadan yapılabilir çünkü insanlar için bu iletişim biçimi esas değildir. Bu bir süre devam edebilir, bu yüzden faaliyetlerinizi genişletmenin ve derinleştirmenin yollarını aramalısınız. Bu yapılabilir. Yapılması kolay değil ancak insanlar bundan daha kötü sorunlarla karşılaştı ve üstesinden geldi.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.