Gündemin kalbi yurtdışında atınca her defasında garip bir huzursuzluk yaşarım. Bir gazeteci olarak, sanki bir şeyler kötü gidecekmiş, önemli bir şeyler kaçıracakmışım gibi hissederim. Aslında haber kanallarının kıtlığından, özellikle gazetecilerin kritik anlarda, gizli kapılar arkasındaki detaylara ulaşamayacak oluşudur her defasında beni endişelendiren. Bu gelişmelerde kendim için, ailem ve ülkem için gelişmeleri düşünemem bile.
Benzer bir olayı en son Davos’ta da yaşadık. Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın Davos’a gidişinde bir sürpriz beklemiyorduk ama yinede Dünya’nın kalbinin Davos’ta atışı en üst düzeyde siyasi temsiliyetlerin orada gerçekleşecek oluşu bile kafalarda “acaba” şeklinde soruların sıralanmasına neden oluyordu.
Hatta biraz daha gerilere gittiğimizde yine Kıbrıs Müzakereleri ekseninde New York, Long Island ve benzeri temaslarda da “acaba” sorusu hep oldu bizde.
Geçtiğimiz haftalarda 4 bakanın Türkiye’ye gidişi ve orda temaslarda bulunmasını biz gazeteciler de şişire şişire sayfalarımıza tv ve radyo bültenlerine koyduk.
Aslında perde arkasını, pazarlıkları hiç bilmedik. Yalnıza dedikodular bizlerle buluştu o temaslara dair.
Bakanlarımızın saatlerce otelde muhatap bulamadan bekletilmesi, alt seviyede yetkililerle görüştüğü duyumları geldi. İşte tüm bunlar yaşanırken dün ise bu kez Başbakan Ömer Kalyoncu beraberindeki üç bakan ile birlikte Ankara’da temaslarda bulundu.
Başbakan ve 3 bakanın oraya gidişi ve bu gidişin su ile birlikte anılması bence oldukça manidardı. Aslında manidar kelimesi belki buraya oturan doğru kelime değil. Olumsuz bir anlam yüklemek daha doğru olacak.
Ancak işi gerçekten anlamlı kılan, Kalyoncu’nun Başbakan olarak Ankara’ya ilk resmi ziyaretini gerçekleştirmesiydi.
Klasik diplomatik protokol izlendi. Ataya saygı duruşu ve Çankaya ziyareti vs.
Yine kapılar açıldı, kapılar kapandı.
Gizli kapılar ardında Kıbrıs’ın kuzeyi farklı yönleri ile masaya yatırıldı.
Ortak paydada yine Kıbrıslılar vardı.
TC’nin eski büyükelçisi Halil İbrahim Akça döneminde TC-KKTC ilişkilerinin en gergin olduğu dönemi yaşadığını düşünüyorum. Kıbrıs Türkleri o dönemde kendisini hep aşağılanmış olarak hissetti. O dönemde bizim siyasi zafiyetlerimiz ile birlikte devletçiliğin bir oyun olduğu algısı altında ezildi bu toplum.
TC Yardım Heyeti’nin bu topraklara yaptığı yardımlar adeta siyasi rüşvet, kişisel rüşvet gibi verildi veya algılandı. İşte bu eksende, hassasiyetler konusunda TC Elçiliği konuk olduğu bu topraklarda kendisini ötekileştirdi.
Şimdi su krizi atılan imzalar ile en azından sokaktaki vatandaşın gözünde sonlandı. TC ile KKTC ilişkilerinin acilen güçlenmesi, 20 Temmuz ve 15 Kasım gibi günlerde atılan hamasi nutukların önüne geçmesi gerekiyor.
Ne acıdır ki toplum gözünde zaten olana Türkiyeli Kıbrıslı ayrımının, artık Kıbrıslılık çatısı altında birleşmesi ve bu doğrultuda TC Büyükelçiliği’nin bir dizi adım atması gerekiyor.
Kapalı kapılar ardında Kıbrıslı Türkler konuşuldu dedik ya, ufukta bir de imza aşamasına gelecek mali protokol var. Su krizi sonrasında yeni çatlakların oluşmaması gerek.
Ötesinde Kıbrıs müzakere sürecini yaşadığımız bu aşamada, Türkiye’nin çözüm yönünde desteği, garanti sistemindeki rolü, bir siyasi aktörden ziyade bir partner görevi üslenmesi bizim için çok daha elzem olarak gözüküyor.
Artık fırça yiyen, ezilen, aldığı destekler yüzüne vurulan veya o psikolojik sınırlar içerinde TC-KKTC ilişkilerinin Kıbrıs’taki halkın omuz omuza yürüdüğü ve eskiden olduğu gibi tehdit ile değil, destek ile yol aldığı ilişkiye dönmesi lazım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.