6-7 Eylül'ün tanıklarının anlatıları: İstiklal Caddesi eşyadan bir metre yükselmişti

“Babam ‘Burası Ermeni evi, bugün sen Rumlar için emir almışsın yarın Ermeniler için emir alırsan benim evim burası’ dedi”

6-7 Eylül olaylarının üzerinden 64 yıl geçti. Gayrimüslimlere ait dükkan ve evlerin yağmalandığı, dini mekanların mezarlıkların talan edildiği hatta mezarlıkların açılıp çıkarılan kemiklerin yakıldığı olayların ardından başta Rumlar olmak üzere binlerce Gayrimüslim Türkiye'yi terk etti.

Türkiye yakın tarihine kara bir leke olarak geçen olaylar, 6 Eylül 1955’te saat 13.00’te devlet radyosu Atatürk’ün Selanik’teki evinde bomba patlatıldığı haberini geçtikten sonra, İstanbul Ekspres akşam baskısının "Atamızın evi bomba ile hasara uğradı" başlığıyla çıkmasının ardından başlar.

İlk saldırı Nişantaşı’nda bir Rum vatandaşın sandviç dükkânına karşı oldu, haber takriben saat 17 sularında vilayete ulaştı. İstanbul Valisi Prof. Dr. F. Kerim Gökay, derhal Emniyet Müdürü’nü arar ve orduyu harekete geçireceğini söyler. Emniyet Müdürü, sakin bir vaziyete, öyle bir vakanın olmadığını, olaya hâkim olduklarını ve orduyu harekete geçirmeye gerek olmadığını söyler. Fakat Vali Gökay, ısrarı üzerine Vilayete gelen Emniyet Şube Müdürü’ne, havi zarflı emrini, Ordu Müfettişi’ne ulaştırmak üzere verir. Haydarpaşa’da Cumhurbaşkanı ile Başbakanı uğurlamakta olan Ordu Müfettişinin eline emir takriben saat 18.50’de geçer. Ancak ordu emre rağmen harekete geçmez.

Ardından saldırıların adresi Şişli Haylayf Pastanesi oldu. Devamında Beyoğlu, Kurtuluş, Bakırköy, Balat, Fener, Samatya gibi azınlıkların yaşadıkları bölgelere saldırılar başlar.

Olaylar karşısında askerlerin müdahale etmemesi olayların planlı olduğuna yorumlanır. Zira dönemin Anadolu Ajansı muhabiri Selçuk Emre konuya ilişkin Kerim Gökay’ın talebiyle yazdığı raporda şunları ifade eder:

“…Sonradan gelen haberler de hepimizi şaşırttı. Çünkü başlarında subay bulunmayan askerler, nümayişçilerle birleşiyor ve adeta bu tahribe bir vazife yapıyormuş gibi iştirak ediyordu. Başlarında emir verecek kimse olmadığı için, emri nümayişçilerden alıyorlar ve hatta onlara yıkmakta seyirci ve yardımcı oluyorlardı. Vilayetten bu durumu önlemek için emir üstüne emir veriyor, vali paşaları sıkıştırıyor, hatta ağır söylüyordu.” (...)

İstanbul Valisi’nin çabasına rağmen asker harekete 22.00-22.30 arasında ilk defa müdahale eder. 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda çok sayıda kilise, havra yakılır/yağmalanır. Türk kaynakları 11 kişinin öldüğünü söylerken Yunanistan 15 kişinin öldüğünü duyurur. Gayriresmi rakamlara göre 300 kişi yaralanır. Balıklı Rum Hastanesi'nin kayıtlarında 60 kadın tecavüzden tedavi görür. Resmi kaynaklar 5 bin 300 binanın tahrip edildiğini açıklar. Mezarlıklara saldırılır, kemikler mezarından çıkarılıp yakılır, klişelerdeki haçlar yıkılır.

Yaşananlar, olaylara tanık olanlar açısından ise hayatları boyunca silinmeyecek izler bırakır. Pek çok Rum ve Ermeni ülkeyi bir daha geri dönmemek üzere terk eder. 6-7 Eylül’ün 64’üncü yılında dönemin tanıklarının anlatılarını derledik:

“Anneannem Rum olduğu belli olmasın diye evinin yanışını alkışlayarak izlemiş”

O dönem sekiz yaşında olan ve Kurtuluş’ta yaşayan Andon Parizyanos:

“O gün Balat’ta anneannemdeydik. Komşusu Zehra Hanım geldi. ‘Bana soru sormayın, anneanneme sen Katina benim eve gel, siz de evinize gidin’ dedi. Öyle yaptık. Babamla Taksim’de yürürken duran kamyonları gördük. Babam tuhaflık olduğunu anlamıştı. 

Akşama doğru olaylar başladı. İşaret evde ışık yakmaktı, biz hata etmişiz, apartmana koca bir Türk bayrağı astık ama ışıkları kapattık. Terastan Yedikule kilisesinin yanışını görüyorduk. Tam o sırada yanı başımızdaki kilise de yanmaya başladı. Kubbesindeki kurşunlar eridiğinde büyük bir mangal gibi kaldı kilise.

Gruplar sonra ellerinde benzin şişeleriyle sokağa geldi. Bizde korku git gide artmıştı. İri yarı bir Arnavut komşumuz vardı, elinde baltayla ‘o apartmanı yakarsanız benimki de yanar’ diye bunları korkuttu. Birkaç cam kırıp gittiler. 

"Ertesi gün evden çıkamadık. İki gün sonra anneannemin Balat’taki evine gittiğimizde ev dört duvar kalmıştı. Anneannem karşıdaki komşusu Zehra Hanım’a gitmişti. Evini yıktıkları zaman komşusu Zehra bayrağı tutuyor, anneannem de alkışlıyormuş ki belli olmasın Rum olduğu. Kendi evinin yıkılışını alkışlayarak izlemiş yani.” (Nilay Vardar / Bianet/ 05 Eylül 2015)

İbrahim Beyler: 'Dükkânı açmayacaksın, iskeleye gitmeyeceksin' dedi

Sırpazan Karekin Bekçiyan:

6 Eylül’ü 7’ye bağlayan gece Büyükada’da evimizin sahibi ve babamın işvereni olan İbrahim Beyler'de kalmıştım. Aile bütçesine katkı için adada çalışmaya başlamıştım. 7 Eylül 1955 sabahı, İbrahim Bey beni yanına çağırdı: “Bugün aşağıya inmeyeceksin. Dükkânı açmayacaksın. İskeleye falan gitmeyeceksin! Bana patronunun telefonunu ver. Ben onunla konuşurum!” dedi. İbrahim Bey, çok tedirgindi. Yüzü hiç gülmüyordu. Tepedeki evden aşağıya neden inmeyeceğimi merak ettim. “Ne oldu? Bir şey mi var?” diyebildim. “Sen dediğimi yap. Bugün evden dışarı hiç çıkmayacaksın!” Dediğini yaptım. Haluk ile beraber düşünmeye başladık. Bir yandan iyi bir gün geçireceğiz, kaçamak yapacağız diye seviniyor; bir yandan da “Acaba aşağıda, İskele’de ne var, ne oluyor?” diye merak ediyorduk.

Akşama doğru hem canımız sıkıldı hem de merakımız arttı. Beraberce evden çıktık, İskele’ye doğru aşağı indik. Gördüklerimiz karşısında donup kaldık. Ne kadar Rum dükkânı, lokantası varsa yerle bir edilmiş, lokantaların masaları, sandalyeleri denize atılmıştı. Bu arada bir iki Türk’ün dükkânı da harap olmuştu. (Kemal Yalçın / Birgün / 6 Eylül 2017)

"Geçen her dakika sanki ölüme yaklaşıyordum"

Ohannes Garavaryan:

"18 yaşındaydım. Kapalıçarşı’da, Kalpakçılar Caddesi’nde, Beyazıt Kapısı’na yakın Büyük Çeşme’nin tam karşısındaki düğmeci dükkanında çalışıyordum. Ustamın adı Hagop’tu. Ustam eylül ayının başında gene eşiyle birlikte Yalova Kaplıcaları’na gitmişti. Dükkânı ben açıp kapatıyordum. 6 Eylül günü öğleden sonra, saat iki sularında Hasan Abi yanıma geldi. Telaşlı, tedirgin bir hali vardı. Müşteriler gidince, “Onnik, dükkânı derhal kapat ve doğru evine git!” dedi.

Korku ve tedirginlik içinde dükkânı kapattım. Beyazıt Kapısı’ndan çıkmamla, korkunun beni sarması bir oldu. Gördüğüm manzara korkunçtu. Koskoca Beyazıt Meydanı’nda her gün gördüğümüz, alışa geldiğimiz hiçbir şey yoktu.

Ne tramvaylar çalışıyordu, ne otobüsler! Taksi veya dolmuş da yoktu. Meydanı ve yolları onlarca kamyon doldurmuştu. Kamyonların kasaları ellerinde sopalar, baltalar, demir çubuklar, kırıcı, kesici aletler bulunan hamal kılıklı insanlarla doluydu. Ne yapacağımı şaşırdım. Bir müddet sağa sola koşturdum. Kurtuluş’taki evimize gitmek için taksi, otobüs aradım. Bulamadım. Aklım başıma geldi. Hemen Beyazıt’tan Eminönü’ne inen yokuştan aşağıya doğru koşmaya başladım. Kan ter içinde Eminönü’ne vardığımda, gördüğüm manzara beni daha da korkuttu! Galata Köprüsü açılmıştı! Karaköy’e geçmek imkânsızdı.

Birçok insan benim gibi oradan oraya koşturuyor, karşıya geçmenin yollarını arıyordu. Haliç yönüne giden tek tük taksiler üst üste insan doluydu. Yer bulup binmek imkânsızdı. Geçen her dakika, sanki beni ölüme yaklaştırıyordu.

İnsanlar köprünün başında korku ve telaş içinde bekleşiyordu. Bir müddet sonra kayıkçılar Karaköy’e insan taşımaya başladı. Sekiz on kişilik kayıklara on beş yirmi kişi doluyordu. Tehlikeyi göze alarak bir kayığa bindim. Normal zamanlarda 3,5 lira olan geçiş ücreti hemen yirmi liraya çıkmıştı. Parayı pulu düşünecek zaman değildi. Battık, batıyoruz derken Karaköy iskelesine ayak bastım. Hemen Yüksek Kaldırım’a doğru koşturdum. Bir an evvel Kurtuluş’taki evimize ulaşmak istiyordum. Gördüğüm manzara korkunçtu! Ellerinde baltalar, balyozlar, büyük büyük sopa ve demir çubuklar olan gözü dönmüş insanlar, grup grup dükkânlara, mağazalara saldırıyor. Kepenkleri, camları, kapıları kırıyor, içindekileri yağmalıyor ya da sokağa atıyordu." (Kemal Yalçın / Birgün / 6 Eylül 2017)

Haldun Dormen: Babam üzüntüsünden beni tanımadı

Usta tiyatrocu Haldun Dormen:

“Gördüğümüz manzara karşısında o kadar şaşkındım ki... Her sokakta diz boyu insan eşyaları vardı. En unutmadığım şey, halılar... Yanmış, kundaklama yağına bulanmış halı ve kütükler ve onların o havada asılı kalan pis kokusu... O gün babam ve annem geldi İzmir’den. Babam, gördüğü manzara karşısında dehşete düştü. İnanın üzüntüden beni tanımadı... Öyle beni görmeden sokaklara baka baka gitti.” (Cumhuriyet / 6 Eylül 2017)

“Babam ‘Burası Ermeni evi, bugün sen Rumlar için emir almışsın yarın Ermeniler için emir alırsan benim evim burası’ dedi”

Şınorik Çetinel:

6-7 Eylül hadiselerini bizzat yaşadım. Biz o tarihte 17-15-13 ve 2 yaşlarında dört kız kardeş, Kumkapı’daki evimizde yaşıyorduk. Ben evin ikinci büyük kızıydım. Hiç unutmam, babam o gece iş icabı geç gelecekti. Akşamın yedisine doğru evimizin balkonundan sokağı seyrediyorduk. Yolun sonunda sel gibi gelen insan kalabalığını gördük. Ellerinde sopalar, taşlar vardı. “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak!” diye bağırarak, marşlar söyleyerek geliyorlardı. Annemin yüzünde o an gördüğüm korkuyu hayatım boyunca hiç unutamadım. “Kızlarıma bir şey yapacaklar!” diye dövünmeye başladı. “Bağırsaklarıma indi!” diyerek iki üç dakikada bir lavaboya koşuyordu. Babam da aksi gibi evde değildi. Bütün sorumluluk annemin üzerindeydi. Sokaktaki uğultu giderek artıyordu. Gözleri dönmüş, canileşmiş güruhlar camları kırılıp döküyor, daha önceden işaretlenmiş, belirlenmiş evlere saldırıyor, zorla içeri girip, ta en üst katlardan eşyaları sokağa atıyorlardı. Evlerin önü kırılmış dökülmüş eşyalarla dolmuştu. Ben dosya kâğıtlarına, büyük harflerle “Kıbrıs Türk’tür!” diye yazarak evlerinin kapılarına yapıştırmaları için komşulara veriyordum. Babam, akşam saat dokuza doğru, ta Taksim’den yürüyerek kan ter içinde evimize gelebildi. Hemen bütün evlerin ışıklarını yaktırdı. Sokak kapısına bir sandalye atarak oturdu. Bir ara baktık birkaç kişiyle münakaşa ediyor! “Bak oğlum, burası Rum evi değil! Ben Ermeni’yim. Bugün sana Rumlar için emir verilmiş, sen bugün git onlarla hesaplaş! Yarın Ermeniler için de bir emir gelirse, bak benim evim burası, gel o zaman ne yapacaksan yap! Ama şimdi dokunma, yoluna devam et!” dedi. (Kemal Yalçın / Birgün / 6 Eylül 2017)

"İstiklal Caddesi eşyadan bir metre yükselmişti"

İlias Koulouridis:

“Saat gece 1:00’e kadar devam etti Yeniköy’de. O eli sopalı adamların dükkânlara saldırdıkları anları unutamıyorum. İkinci günü işe gitmek için İstanbul’a geldim. Beyoğlu’na geldiğimde İstiklal Caddesi bir metre yükselmişti eşyalardan. O zaman felaketi fark ettik” (Melike Çapan / T24 / 06 Eylül 2018)

 Eski İstanbul Başkonsolosuve Büyükelçi Aleksis Aleksandris:

“İstanbul’a indiğimdeki görüntüyü unutamıyorum. Cihangir’deki evimize bir şey olmadı çünkü ev sahibimiz Müslümandı ama babamın Karaköy’deki dükkânı tahrip edilmişti. Pazar günü ayin için ailecek Aya Triada Kilisesi’ne gittik. Kilise harap haldeydi. Sonra büyük bir kalabalık halinde oradan İstiklal Caddesi’nde bulunan Panaya Kilisesi’ne gittik. Beyoğlu harap haldeydi.” (Melike Çapan / T24 / 06 Eylül 2018)

“Babam yedek subaylığından kalma üniformasını astı, belki asker zannederler diye”

O dönem 9 yaşında olan ve Tarlabaşı’nda yaşayan Taki Francis:

“Babam, kamyonlarla grupları gördüğü için eve gelip içeri soktu hemen bizi. Bütün her yeri kırmaya başladılar. Eski rum evlerinde demir kapılar olurdu, bizim eve o yüzden giremediler. Bazı Rum evleri işaretliydi ama hepsini de ayıramıyorlardı. Mesela yandaki eve girdiler, onlar Ermeniydi, mobilyacı Yahudiydi, onun dükkanını da yağmaladılar. 

"Kasaptan bıçakları toplamışlardı. Giremedikleri evlerin pencelerini kırıp bıçakları atıyorlardı. Müthiş bir korku, arka odalara çekilmiştik. Bizim eve de bıçak atılınca babam yedek subaylıktan kalan subay üniformasını dışardan görünecek şekilde apartmanın portmantosuna asmıştı. Belki subay sanıp giderler diye…

“Gece 11’e kadar sürdü olaylar. Kamyonların, itfaiye arabalarının arkasına kumaşçılardan aldıkları top kumaşları bağlamışlardı, onlar gittikçe kumaşlar açılıyordu. Dükkanlardan evlerden erzaklar dökülmüştü, pis kokular yükseliyordu.

"İki gün sonra sıkıyönetim gelince sokağa çıkabildik. Aya Triada Kilisesi yakılmış, babamın çalıştığı okulda hiçbir şey kalmamıştı. O zaman bir kez daha babamın yıkıldığını hatırlıyorum. “ (Nilay Vardar / Bianet/ 05 Eylül 2015)

“Vali Gökay askere ‘Sert olun’ derken, Dâhiliye Vekili, Emniyet Müdürü’ne ‘Polis nazik davransın, yumuşak davransın’ diyordu”

Olayların tanığı Anadolu Ajansı muhabiri Selçuk Emre’nin Valiliğe yazdığı rapordan:

Buradan Vilayet’e geçen Selçuk Emre, İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik’in kendilerinden birkaç dakika önce vilayete geldiğini öğrenirler. “Valinin yanına girerek müşahadelerimizi anlattık. Vilayetin bütün telefonları işliyordu. Durumu derhal kavradık…Bu hareket, bu ayaklanma bütün İstanbul’da vardı. Beyoğlu, Karaköy’de gördüklerimizden daha feci bir hale gelmişti…Her taraftan vilayete başka bir fena haber veriyordu. İstanbul adeta kaynayan bir kazan haline gelmişti. “Vali, polis müdürü ile telefonda konuşarak kat’ı emir veriyor ve icap ederse zor kullanın, mani olun, şehrin tahribini önleyin diyordu. Diğer taraftan Ordu Müfettişliği’ne de telefon eden Vali, askeri birliklerin hâlâ gelmemiş olduğunu söylüyor bu ne iştir, diyordu. Ve ordu birliklerinin süratle vak’a yerlerine sevk edilmesini vaziyete hâkim olmalarını istiyordu.” (…)  “Vali Gökay, Emniyet müdürüne odasında bulunduğum anda ikinci defa telefon ederek, 'Daha şiddetli davranın, aman vermeyin’ diye emir verirken, odada bulunan Dâhiliye (İçişleri)  Vekili diğer telefonla İstanbul’da bulunan Emniyet Genel Müdürü (o zamanki) Etem Yetkiner’e ve dolayısıyla Emniyet Müdürü’ne ‘Polis nazik davransın, yumuşak davransın. Bu bir milli galeyandır, önüne geçilmez’ diyordu. Gelen haberlerden bu işin, tertipli bir iş olduğunu anlaşılıyor ve bunun üzerinde konuşuluyordu. Dâhiliye Vekili bu hususta da ‘Olamaz, tertip olamaz, bu milli galeyandır’ dedi.” “Zaman ilerliyor ve hadiseler durmadan gelişiyordu. Adeta İstanbul’u bir felaket kaplamıştı. Ordu Müfettişi Vedat Paşa ve 66’ıncı Tümen Kumandanı Tümgeneral Namık Argüç vilayete geldiler…Vali kendilerinden ordu kuvvetlerinin nerede olduğunu soruyor ve ordunun derhal müdahale etmesini, şiddet kullanmasını, icap ederse civardaki askeri birliklerden daha kuvvet getirilmesini istiyordu. Durum bu merkezde olmasına ve şiddet kullanılması artık bir zaruret haline geldiği halde Dâhiliye Vekili hala yumuşak davranılması fikrini muhafaza ediyordu.” “Bu arada otelde bulunan Nafia Vekili (Bayındırlık Bakanı) Kemal Zeytinoğlu Dâhiliye Vekilini telefonla aradı. Dâhiliye Vekili Nefia Vekilinin söylediklerine cevaben ‘Sen anlamazsın. Bu milli galeyandır. Önüne geçilmez, sen yollarınla meşgul ol. Biz yapacağımızı biliriz. gibi laflar söylüyordu.” İçişleri Bakanı’nın, gerek Vali’nin ‘Müdahale ediniz’ emrini aynı odada bir başka telefonda Emniyet Genel Müdürlüğü nezdinde iptal etmesi ve gerekse bayındırlık Bakanı ile girdiği polemik, bu olaydaki konumunu netleştirmektedir. “Sen yollarınla meşgul ol biz yapacağımızı biliriz” demekle, bu olayın sevk ve idaresini, hükümet adına kendisinin icra ettiğini ikrar ediyordur. (Hüsnü Gürbey-Mahsuni Gül / Agos gazetesi, 4 Eylül 2019)

Celal Bayar: Adnan bu muydu yapacağın!

Gazeteci Nikos Manginas’ın 28 Haziran 2015’te söyleşi yaptığı Beyoğlu’nda bulunan Aya Triada Kilisesi’nin Muganisi olan (Kilise korosunda okuyucu) Konstandinos Mafidis’ olayın ertesinde dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ziyaretlerini şöyle anlatıyordu:

“Celal Bayar kilisenin merdivenleri önünde duruyordu. Menderes’e döndü ve dedi kí; Adnan bu muydu yapacağın?”

Gazeteci Manginas, konuya ilişkin olarak “Kimse bu kadar büyük bir felaketin gerçekleşeceğini bilmiyordu, daha küçük çaplı darbeler olacağını düşünüyordu. Bayar bu kadarını tahayyül edememiş olmamalı ki şaşkınlığını dile getirmiş” diye yorumladı.

Yaşananların ardından 10 Eylül günü İçişleri Bakanı Namık Gedik  istifasını verdi. Kıbrıs Türktür Cemiyeti üyeleri tutuklandı lakin kısa bir süre içerisinde serbest bırakıldı. 10 yıl sonra dönemin başbakanı Adnan Menderes’in Yassıada mahkemesinde yargılandığı 13 ayrı davadan birisi 6-7 Eylül olaylarıydı.