Çocukluk günlerimde, hafta sonu için otobüsle gittiğimiz Cevizli (Bahçeler) veya herkesin bildiği ismiyle Civisil anılarımda inanılmaz eğlenceli bir çocukluk bıraktı. Golosine’nin kırmızı otobüsüne binip, İskele’ye gitmekten büyük haz alıyordum. Çocukluk denilince doğduğum, büyüdüğüm Geçititkale’den çok Civisilli hissettim kendimi. Ama kalbimin bir bölümü hep Mağusa için attı. Hayatımın büyük bölümü Mağusa’da geçti. Özellikle lise sonrasında ve gençlik yıllarımda yaşadığım bu kentte, yaklaşık 1,5-2 aylık bir bölüm dışında, şehrin ruhuma dokunduğunu, tarihin tınılarını duyumsadığımı hissettim. Yalnızca 1,5-2 aylık bir dönemde adeta kendimi başka bir gezegene ışınlanmış gibi düşündüm. Tahmin edersiniz, bu dönem, askerliğimde acemi eğitim aldığım dönemdi ve Gülseren Kışlası’nda pencereden Mağusa’yı seyrediyordum. Görebildiğim manzara, 150-200 metre ötemdeki Mağusa Limanı idi ve bana çok uzaktı. Şehre çok yakınken çok uzakta olmanın zorluğunu, psikolojik baskısını en çok o zaman yaşadım. Hayatım her döneminde Mağusa kentinin ve özellikle Surlar İçi’nin yeri bende hep başka oldu. Lefkoşa’yı hiç sevmedim. Halk arasında hani derler ya “hanım köylü” diye işte ben de onlardanım. Evlenince tamamen Lefkoşa’ya kaydı hayatım. Oysa ben kendimi hiçbir zaman Lefkoşalı gibi hissetmedim. Yıl 1998’di ve BRT’de işe başladığımda Lefkoşa’dan kopamayacak bir bağda kurmaya başladım. Çocukluğumun, ailece geldiğimiz, Şeher’in, Bandabulia’nın, Arasta’nın, helvanın, fortigo denilen otobüslerde, otobüs yolculuklarının yaşandığı zamanları hatırlıyordum. Biz çocuktuk ve kocaman bir dünya vardı o zamanlarda. Daha cıvıl cıvıl, daha renkli daha samimi bir ülke vardı. Belki çocukluk heyecanı, belki temiz bir yüreğin düşünceleriydi onlar ama biz büyüdük ve kirlendi dünya. Lefkoşa’ya tek başıma geldiğim zamanlarda artık ben “büyüdüm, genç oldum” dediğim çocukluk zamanlarım ve deli toy coşkum, sanki özgürce başka ülkeye kaçmış gibi hissettiğim zamanlar var. Şimdilerde sohbetlerde, Mindo, Çoronik, Osman Gezer, Bakkal Yusuf, Karanfilli, Titiz Fatma, Uzun Ayşe, Abbas’ın Şerif, Şakibe Halayık, Seher Ebe gibi isimler nostalji yaşatıyor. Ben bu şehrin ruhunu hissedemeden öldüğündendir herhalde Lefkoşa’yı sevemem. Ben 1974 sonrasında doğan bir neslin çocuğuyum. 2003’e kadar telin öteki yanı hep tabu kaldı. Şimdi bile gittiğim, gezdiğim sokaklar bana tıpkı başka coğrafyalarda keşfetmeye çalıştığım dünyalar gibi geliyor. Oysa sınırlar açılmadan Hala Sultan Tekkesi’ne otobüslerle yaptığımız ziyarette, Larnaka’yı otobüs camından gözlemlemiştim. Annemin gözyaşlarını, heyecanla anlattığı hikâyeleri ve anlatmaya çalıştığı sokakları zihnimden söküp atamam. Annemin babamın doğduğu o topraklar şimdi bile bana çok yabancı. Peki, kimim ben? neyim? Nedendir bu aidiyetsizliğim?