Anıların Dayanılmaz Çağrısı…

Kıvanç BUHARA

Bazen, Aniden , bir anda, nasıl olur; Anlatması, anlaşılması zor… İnsan, yaşamın herhangi bir dönemindeki anıların tutsağı olur. Bir iç sıkıntısı, uykusuzluk, tarifsiz bir yorgunluk çöker… En kötüsü, göz kapakların kapanır, ancak uyku tutmaz. “ Mertekleri say, uyku meleği gelir sana sarılır, mışıl mışıl uyursun” derdi rahmetli nenem… Köy evimiz mertekti de, şimdikiler beton yığını olunca; Geçen akşam birden yüze, yüzden iki yüze kadar saydım; derken, uyku  meleği bir türlü tarafıma uğramadı. “ Kalk, ılık bir duş al, bir şarkı mırıldan,  sıkıntın geçer” derdi eski karım… Öyle yaptım. Dr. Jivago’nun film müziğini mırıldanmaya başladım; o da çare olmayınca… 1990’lı yıllarda köşe yazarlığı yaptığım ORTAM gazetesindeki yazılarımı buldum arşivimden. Okumaya başladım. 4, Temmuz 1992 günkü, ayni köşe başlığı altında yazdığım yazıyı sizinle paylaşmak istedim. “ Haziran da geldi, geçti… Bulutlu, sisli,çiğli sabahları yaşadık. Alışık değildik Haziran yağmurlarına. Mevsimler değişiyor mu ne…Yoksa değişen insanlar mı? Biz mi kötü olduk, yoksa kötülükler mi bırakmıyor peşimizi? Bazen yüreğime bir kuşku düşer. “ Biz insan neslinden değiliz mi? Görüntümüz insana benziyor; ya düşüncelerimiz, yaşantımız. Dedi kodusuz, fitnesizfesatsız, kahve fallarındaki uyduruk gelecek senaryoları… Hele, hele; Bir kadını bir erkekle konuşurken görmesinler.Gözleriyle görmüş gibi söze başlar mahalle karıları. Bir dedi-kodu, bir söylenti. Ucunu tutabilirsen gazisin. “ Vay gavole vay, ben dediydim bu işin içinde bit yeniğivar. Adam da bir şeye benzese” Bir gün Kantarada buluşurlar, bir gün Salamisormanlarında…Kadınınen mahrem yerindeki beni bile konuşulur. Ve bir günlüğüne unutulur bakkalın borcu, çocukların okul harcı. Unutulur, niye Kıbrıs’ta kirazın kilosu yirmi bin lira. Haziran, 1992 de Kıbrıs bir başka güzeldi. Yeşilin bukadar çabuk sarıya dönüştüğü bir ülke daha yoktur. Panayırlar, festivaller başlar Haziran ayında. Düğünler, sünnet törenleri…  Herkeste bir uğraş, bir telaş… *** İşte böyle bir Hazirandı. Oğlana kız bulmak için, tüm aile Londra’dan gelmişti. Oğulları Türk kızı almalıydı. İngiliz kızları namuslu değildi. Oğlanın Türkçesi çat pat. Kıbrıslı kızlar evlenip İngiltere’ye yerleşmeye can atıyordu. O kadar kız gösterdiler ,oğlan beğenmedi. Bir gece zerdali panayırında, boş gözlerle umutsuzca gezerken Leylayı gördü. “ İşte beğendiğim kız bu” dedi içinden. Hemen dünürcülüğe  gidildi. Kızı verdiler. Leyla o Haziran evlendi. Yuvadan yeni uçan yavru kuşların sevinciyle çok özlediği Londra’ya uçtu. Bitmeyençilesini ve kötü kaderini de birlikte götürdü. Londra’ya gittiğinin ikinci ayında, annesine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “ Anneciğim, geleli iki ay oldu, daha Londra’yı göremedim. Günde on altı saat, kızgın yağın başında çips kavurmaktan çıldırıyorum. Ne olur beni buralardan kurtarın”… Leyla’nın annesi üzüntüsünden şekere uğradı, kalp krizi geçirdi, sizlere ömür… Babası felç oldu. Ve zavallı Leylanın başına gurbet ellerde neler geldi, kimse bilmiyor.