“Yine hazan mevsimi geldi Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde Hicranını yalnız başına çekecek. Geleceksin belki de O zaman; ne o yapraklar, ne o rüzgâr Ne de ben olacağım…. ”
Köpek havlamalarıyla gece boyu bölünen uykum sabahın alacakaranlığında son buldu. Oldum olası uyandıktan sonra yatakta dönüp durmayı hiç sevmem. Bu yüzden kapıyı, pencereyi ardına kadar açtım. Etraf karanlık. Gökyüzünde hâlâ ayın silüeti ve solgun yıldızlar var. Dışarıdan gelen rüzgârın sesi Sonbaharın geldiğini müjdeliyor. Müjdeliyor diyorum çünkü sonbahar benim en sevdiğim mevsim. Uzun süren kavurucu yazdan sonra bu yıl daha da özlemle beklediğim mevsim.. Sabahın bu saatinde radyo kanallarından birinde yakaladığım şarkıyı bir nefes gibi çektim içime; kalbim, ruhum onunla doldu. Hüzünlü bir şarkı bu!.. Eskiden beri çok severek dinlediğim ve belki de hiç ilgisi yokken kaybettiğim sevdiklerimi, özellikle de yoğun olarak annemi hatırlatan bir şarkı. Sözü ve müziği Şekip Ayhan Özışığa ait bu nihavent şarkıyı dinleyip de duygulanmamak mümkün değil. Neşelenmek, gülmek kadar hüzünlenmek ve ağlamak da insana has duyguların tezahürü değil midir? En azından iç karartan memleket meselelerine sinir olmaktan çok daha iyidir bir şarkıyla duygulanmak ve insan olduğunu hatırlamak… Hele çevremizde, hayatımızda çıkarından başka bir şey düşünmeyen, insani değerlerini yitirmiş duygusuzlar varken!.. Duygu ve empatiden yoksun olanların sayesinde maalesef genelde mutsuz bir toplum olduk. Nasıl olmayalım ki? Bir yanda yıllardır süregelen ve bir türlü çözülemeyen Kıbrıs sorunu; diğer yanda belli kesimler dışında yaşam şartlarından memnun olmayan, ekonomik zorluklarla boğuşan halk!. Devletin Kıbrıs meselesini çözmekten daha önemli olan iç sorunlarımızın ardı arkası kesilmezken; grevler üst üste gelirken ve sözüm ona “geniş tabanlı hükümet” sadece kendi keyfindeyken bu adada mutlu olmak mümkün mü? Gerek kamu gerekse özel sektör hep ekonomik krizde. Marketler bile her gün yeni etiketlerle fiyat değiştirirken ve maaşlar yıllardır yerinde sayarken, kalabalık aileler her gün mutfak giderlerini bile kısmak zorunda kalırken mutlu olmanın mümkünü olur mu? Bu sorunları çözmek, halkı rahatlatmak devletin görevi değil midir? Ama nerede?.. Onlar kulaklarını tıkamışlar, halk onların umurunda bile değil. İnsanlar kendi yağlarında kavrulmaya çalışırken onlar çıkarlarını, koltuklarını korumak peşinde. Seçim zamanlarında güya halka iniyorlar, şikâyetlerini dinliyorlar, söz veriyorlar, yalanlarla avutuyorlar. Koltuklarına yayılınca her şeyi unutup keyiflerine bakıyorlar. Kısacası devlet halk için çalışmalıyken bizde tam tersi halk devlet için sürünüyor. Yeni cumhurbaşkanımız halkına verdiği sözleri tutmak, Rumlarla bir uzlaşıya varmak ve arap saçına dönen Kıbrıs meselesini çözmek için çabalıyor. Görüşme üstüne görüşmeler yapıyor Anastasiadisle. İyi niyetle anlaşabileceklerine dair mesajlar veriyor da karşı taraf iyi niyetinde gerçekten samimi mi? Yoksa bir oldubittiye getirildikten sonra mı gizli niyetin ne olduğunu anlayacağız? Kusura bakılmasın ama yıllardır yaşanan olumsuzluklardan sonra insanın bu iyi niyete inanması zor oluyor. Bu konuya olabildiğince vakıf olan başka yetkili ağızlar, siyasiler; gerek tv.da gerekse gazete haberlerinde işlerin pek de iyi gitmediği izlenimi yaratan açıklamalarda bulunuyorlar. Bu da haliyle vatandaşın aklını karıştırıyor, şüphe ve endişe uyandırıyor. Örneğin Garanti Anlaşmasında iki kesimlilik kararı alındığı halde görüşmelerde ikamet serbestliğinin konuşulduğundan söz ediyorlar ki bunun anlamı da isteyen Türkün Rum tarafında, isteyen Rumun da Türk tarafında ikamet edebileceğidir. Rumun nüfusunun bizden çok fazla olduğu malûm. Onların bir kısmı bile bizim tarafta yerleşmeye kalksa – ki öyle bir karardan sonra bunu engellemek mümkün olmayacaktır- o zaman bizim bölgemizde nüfusça bizden fazla olmayacaklar mı? Kim bilir!.. Kapımızı açtığımızda belki de günaydın yerine galimera diyeceğiz komşularımıza. Bu gene bir şey değil. Ya yeniden göç etmek zorunda kalırsak diye düşünüyorum da tüylerim diken diken oluyor. Çünkü bu sefer gidecek yerimiz de olmayacak. Bu yüzden böyle bir konunun yanlış anlaşıldığına ve asla kabul edilmeyeceğine inanmak istiyorum. Dile getirilen bir başka şaibeli konu da; Kıbrıs sorunu çözümü sebebiyle Türk tarafı doğal gaz konusunu askıya alıp ertelerken Rum tarafının bu faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiği; hatta çeşitli ülkelerle bu konuda görüşmeler yaptığıdır. Bunlar ve daha birtakım konularda Anastasiadis’in samimiyetsizliğinden söz ediliyor ki bu da karşı tarafın saman altından su yürüttüğü anlamına geliyor. Hellim de ayrı bir konu. Niye bizim yaptığımız hellim rum tarafındaki limanlardan ihraç edilecek ki? Bizim limanlarımız yok mu? Yapılan bu açıklamalar eğer doğru ise - ki kamu önünde yanlış açıklamalar yapmaları için bir neden yok- bu da şunu gösteriyor ki biz ne kadar barış yanlısı, samimi ve iyi niyetli olursak olalım karşı taraf olamıyor. Aramızda bir de rüzgâr gülleri (!) vardır ki, onların misyonları ortalığı velveleye vermek, kaos yaratmaktır. Mecaz anlamda rüzgâr gülü, çıkarı, menfaati nerdeyse, kimdeyse o tarafa meyleden demektir. Her toplumda olduğu gibi bizde de bunlardan çokça var. Onlar barış, özgürlük, dünyalı, bütün ırklar kardeştir sloganlarıyla kendi soydaşlarınınkinden çok rum komşularının haklılığını savunacak kadar ileri gidebiliyorlar. Bunca sorunun arasında hani derler ya; tavuk ayağı gibi ortalığı karıştıran parazitler gibidirler. Başkalarının güdümünde olmayı ve onların ağzı ile konuşmayı benimseyecek kadar onurdan yoksun ve esasen kendi hayatlarını bile düzene sokamamış olan bu şahıslar, başkalarına yol göstermeye kalkacak kadar da kendini bilmez mi oldular? Küfrü bol cümlelerle; dün savunduklarına bugün karşı çıkan; iki gün önce peşinden koştuklarını bugün yerden yere vuran, başkalarını ganimetçi, yeyici diye damgalayan bu tipler; kendilerinin kimlerden, nelerden etkilendiğinin ve beslendiğinin bilinmediğini sanacak kadar da aptal mıdırlar?..