Bu haftanın öyküsü İstanbul’dan benim doğup büyüdüğüm Kadıköy’ün en eski yerleşim yerlerinden biri olan Yeldeğirmeni’nden geldi. Nadir Kalbinur‘dan. Nadir, adı gibi ender, nadir;soyadı gibi kalbi nurdan benim 60 yıllık çocukluk ve mahalle arkadaşım. Nadir denizci olan babasını çok erken kaybetti, hem okudu hem çalıştı, yaşam savaşına erken başladı. Çok iyi oynadığı futbola da erken veda etti. Ford Otosan’daki başarılı hizmet yıllarından sonra emekli oldu. Hala Kadıköy’de yaşıyor.. Milliyet Gazetesi’nin bloğunda köşe yazarı… Geçenlerde bana tam da “hakketmediğim” övgü de içeren bu yazıyı yolladı… Ne kadar sevindim… Eski günlerimize gittim, gözlerim yaşardı… Bu günkü çocuklar mahalle içindeki “arsa “ kavramını bilmez. Nadir, o küçük “arsa”nın bizim ve mahallemiz için önemini de o güzel kalemi ile bugünü de irdeleyerek kaleme almış…Nadir, bana da “adam olacak çocuk” demiş…”Adam “olmaya hep çalışmışımdır…Ama zor tam bir “adam” olmak…Beni o gözle görmüş sevgili kadim dost Nadir Kalbinur,sağ var olsun…. “Bu köşenin yazarının kitaplarda yazdığı, dergilerde anlattığı hayat serüveninde yaşadığı unutulmaz insanlar, olaylar, ve mekanlar vardır. Akıcı üslubu ile zevkle okursunuz. Şayet kendisine yakınsanız, bunları zevkle dinlersiniz. Yine de doğup büyüdüğü Kadıköy’deki Yeldeğirmeni semtinin, onun gönlünde bambaşka bir yeri vardır. Birçok özelliği olan bu semtin bugün insanların ilgisini çeken eski tarihi binalarının yanında, geçmişte 500 metrekare bir yerde birbirine yakın yapılanan cami-kilise ve sinagogu ile müslüman, ermeni, yahudi, halkıyla müthiş bir hoşgörü ve dayanışma kültürü vardı. Bizim çocukluğumuzun geçtiği 60 lı yıllarda orta gelirli insanların yaşadığı ve hemen her evden birisinin Haydarpaşa’da demiryolcu olarak çalıştığı, bir diğer çocukluk arkadaşımız mimar Arif Atılgan’ın 50 yıl sonra kitabını yazdığı Haydarpaşa garını inşa eden Alman'lar tarafından kurulan unutulmaz bir şirin semtti Yeldeğirmeni. Bu köşenin yazarı gibi biz de bu semtte büyüdük. İlginç olan, hayatımızın çok büyük bölümünde yer alan ve bu yazıya konu olan ARSA’mızda hemen hemen onun evinin karşısında olmasına rağmen, onun bu arsada hiç boy göstermemiş olmasıydı. Türk Silahlı kuvvetlerinin şerefli bir mensubu olduğu için o şimdi benim komutanımdır. Benim nazarımda lakabı komutandır. Köşesinde yazdığı her yeni yazıyı bana gönderdiğinden, sizden önce okurum onları, merakla da yenisi beklerim. ''Yahu komutan be'' dedim geçenlerde.. Şu arsada seni bir gün top oynatamadık. Bırak oynatmayı, o sıralar Melahat Pars’tan musiki dersleri alan, az ilerde oturan ama o zamanlar hiç şöhreti bulunmayan Bülent Ersoy bile n’oluyor burada deyip, ara sıra gelir bize bakardı, sen onu bile yapmadın. Sana inat şimdi köşende bir futbol yazısı yazsam yayınlar mısın?. ''Niye olmasın?. Bekliyorum'' diye bir cevap gelince, bize de anlatmak düştü ARSA mızı.. Kadıköy'ün arka bahçesi denilen Yeldeğirmeni semtimizde eskiden de açık alan yoktu. En yakın yer o zamanlar henüz betonlaşmamış olan komşu Acıbadem’in boş yeşil alanları ve içinde futbol sahası da olan, üst taraflarında hafta sonu ailece piknik yapılan İbrahimağa çayırı idi. Nasıl olduysa boş kalan bir arsa tam da Mesut’ların evinin karşı tarafında, tren yolu kenarında iki tarafında evler olan,diğer iki tarafı boş, 4 kişilik 2 takımın oynayabileceği büyüklükte bir top sahası idi Top sahası demek de olmazdı, hafif kalırdı. o tarif. Orası bizim Wembley’imizdi adeta. Bizden önce 3 kuşak burayı top sahası olarak kullanmıştı. 1959 da burada potalı direkler vardı ve mahallelerin basket takımları vardı. Mahalle halkı akın, akın basket maçı seyretmeye giderdi. O yıllarda bu arsada böyle bir kültür vardı. Bizim jenerasyon ise orada futbol oynadı. Orada büyüdük. Top oynaya, oynaya büyüdüğümüzü fark ediyorduk. Büyüdükçe oyun şeklimiz de olgunlaşıyordu. Zaman, zaman bulamadığımız, bazen de zor bela bulduğumuz, halde, şişirmek için pompa bulamadığımız, kafa vurduğun zaman başını acıtan memeli topumuz sıkça yandaki tren yoluna kaçardı. Onun da kuralı ‘’atan terler’’di. Dikenli teller kaldırılır, altından 2-3 metrelik yükseklikten tren yoluna inilirdi. Arsada oynayan acemilerden birinin topu tren yolunun diğer hattındaki karşı Paris mahallesine attığını da görmüştük!.. Siboplu top devri başlayınca onu şişirmek için semtin iyilik meleği, tek doktoru Bitran'nın yeni aldığı Consul marka otomobilin (ki semtin ilk özel otomobilidir) lastikleri imdadımıza hızır gibi yetişirdi. İyi akıl etmiştik!. Semtin 1951 den beri federe olan amatör takımı Yeldeğirmenispor için bu arsa önemli bir kaynaktı . Bizi seyreden semtin büyüklerinin tavsiyeleri ile semt takımında daha küçük yaşlarda lisansımız çıkar zaman, zaman kadroda yer bulur, İstanbul’un Ali SamiYen dahil, Vefa, Şeref Stadı, Beylerbeyi, Alibeyköy, Dereağzı gibi çeşitli statlarında oynar ama arsamızdan, asla vazgeçemezdik. Burası ayrı bir dünya idi bizim için. Oynarken eğlenirdik. Önceleri kalecili oynardık Sığardık çünkü oraya. Bu nedenle buradan bir çok futbolcunun yanında iyi de kaleciler yetişmiştir. Mesela önce Taner Carin bu arsadan yetişip, yıllarca Mersin İdmanyurdu’nda kaleci oynamış daha sonra da Şükrü Ulaş aramızdan yetişip, Beşiktaş A takımının kalesini korumuştu. Bu arsadan yetişen futbolcuların en şöhretlisi de halen hayatta olan Türk futbolunun en önemli futbolcularından olan Fenerbahçe’li Halit Deringör’dür. Semtin şöhretli bir diğer ağabeyi Fenerbahçe'nin milli sağbeki Nedim Günar'ın da bu arsadan yolunun geçtiği muhtemeldir. Hafta sonları sabah başladığımız maç biter, yeni takımlar yapar, bir başka maça bakardık. Yaz kış fark etmezdi. Kışın susuzluktan ağzımızın kuruduğu vakitler imdada omzundaki tahtaya sarkıttığı sepetlerle çıkma meyve satan Jak yetişirdi. Jak’ın mandalina, portakalları ile hem susuzluğumuzu giderir hem açlığımızı bastırır, sonra yeniden oyuna devam ederdik. Para varsa veriridik 3-5 kuruş Jak’a. Yoksa bir dahaki sefere veririsiniz derdi. Deri ve içi kürklü, kulaklı şapkasının bağları açık, seyrek dişli, gençlerin dostu bir insandı Jak. Hafta arası ise okul çıkışı başladığımız maçlarda yenişemezsek, birileri evden çağırılana kadar ay ışında devam ederdik maça. Büyüdükçe halkın ilgisi de artmaya başladı oyunlarımıza. semtin Hasan amcası sırf biz kötü alışkanlıklar edinmeyelim, arsada spora devam edelim diye özel olarak minyatür kaleler yaptırmış, müstakil evinin altındaki kömürlüğe koymuştu. İstediğiniz zaman alın demişti ama bir şartı vardı; bitince tekrar yerine koyun. O kalelerde oynamanın da zevki başkaydı. Adeta iğne deliğinden topu geçirip, ağları havalandırmak başka bir keyif verirdi. Tam bir ekip ve yetenek işiydi bu oyun . Bu yüzden bu işi iyi öğrenmiştik. Pazar günleri ahali maçlarımıza ilgi gösteriyor, semt merkezindeki Nedim abinin kahvesinin müdavimleri de arsamıza akıyordu. Yaşça büyüklerimiz ve az çok semtte şöhret yapmış isimler de arsanın cazibesine katılıp boy göstermeye başlamışlardı. Biz bilemezdik. Bu köşenin yazarının 1967 de Türk Silahlı kuvvetlerine katılıp semti terk ettiğini. Dedim ya, adam olmayı kafaya koymuştu. Onun dünyası ayrıydı belki ama ne semti, ne arsayı unutmamıştı yinede. Aradan 45 yılın üstünde zaman geçti. Neredeyse bir ömür. İstanbul’a son gelişinde buluştuk. Anıları yaşadık. Sonra hala sahibi olduğu evinin karşısındaki arsamıza,bizim Wembley’imize baktık. Arsamız yoktu. Üstüne konan sevimsiz bir bina, semtin tek spor alanını çocuklardan, yarının futbolcularından koparıp almıştı. Geride kalan, sadece hayatta kalan bizler yaşadıkça hatırlanan güzel hatıralardı. Orası bizim için sadece bir futbol mabedi değil, dostlukların da yaşandığı, gençlerin kaynaştığı, paylaşmayı ve yarışmayı öğrendiği, okulda olanların anlatıldığı, pozisyona göre esprilerin yapıldığı, hatta civardaki kızlarla platonik, masum ilk aşkların da yaşandığı kutsal bir beldeydi adeta. Bugün onca çim veya sentetik güzel sahaya, kulüplerin yaş grubu takımlarına, yumuşacık ayakkabılarına, ipek formalarına, güzel toplarına rağmen futbolcu yetişmiyorsa, kulüp takımlarımız veya ulusal takımlarımız Avrupa ve Dünya şampiyonalarında onca imkana rağmen bir türlü başarılı olamıyorsa işte sebebi, memeli topla da olsa, lastik ayakkabı veya beli iple bağlanmış pantolonla oynadığımız ama top oynamayı da öğrendiğimiz o arsaların binalara dönüşmesinden , yok olmasındandır. .Artık onlara imkan sağlamayan “Hasan Amca”ların olmamasındandır. Semtteki arsada yetişen futbolcu başkadır. Arsada yetişen futbolcu kimsenin etkisi altında kalmadan bireysel yeteneklerini özgürce geliştirir. Çalım atışı bile bir başka zarafettir. Toprakta, çamurda her türlü şartlarda yetişmiştir. Topun zerresini de, göndereceği adresi de ezberlemiştir. Bugün Beşiktaş futbol kulübün başında spor uzmanlarının da başarılı bulduğu Slaven Biliç isimli 46 yaşında aynı zamanda müzisyen olan bir Hırvat Teknik adam var. Yakın bir zamanda kendisini anlatan bir röportajını okudum. Maçlarda, takım elbise ile, başında beresi ile, kimi zaman üst baş perişan bir görüntüyle köyün delisini andıran bu adam sanki bizden birisi. '' Bizim zamanımızda herkes aynıydı. Belki yoksulduk ama kooperatif evlerinde yaşadığımızdan, tüm çocukların ücretsiz olarak yararlandığı, spor alanları mevcuttu. Bu yüzden mutluyduk '' derken işte tam bizi, bizim yetiştiğimiz ortamı, bizim arsamızı anlatıyordu. ‘’Söyle bakalım komutan’’ diye sordum Mesut’a. Bizle oynamadın tamam da, hiç mi oynamadın arsada? ''Bir keresinde'' dedi Oynuyorlardı, adam eksikti. ''Sen geç kaleye'' dediler', geçtim dedi. Genelde adam eksik oldu mu etrafta kim varsa idareten alınırdı oyuna. (Öyle oyuna kontenjan eksikliğinden alınıp, keşfedilenler de olurdu ) . Mesut'u kaleci yapmışlar demek ki… Gelen, giden gol oluyordu diye anlatıyordu. ''Ohhooo'' diyordu. tüm sevimliliği ile. ''Ben oynamaya devam etseydim yediğim gollerden İbrahimağa sahasına yol olurdu?.'' Bastık kahkahayı. Aslında belli de olmazdı. Dedik ya, o adam olacak çocukmuş.. Anlamadık birader.. Bizi attığımız goller kurtaramadı, onu yediği goller kurtarmış!. Böyle de bir paradoks vardı. . . Biz memeli topun peşinde koşturup kafamızı, gözümüzü yarıp, tren yollarında topu ararken, akşam eve gidip, üstüne üstlük, ‘’yine mi top oynadın ‘’ diye bir de fırça yerken, Mesut'un , yürüyerek gittiği lisesinden tramvay paralarından tasarruf ederek biriktirdiği 3-5 lirayla güç bela bulabildiği Varlık yayınları peşinde kitapçı kitapçı dolaştığını nerden bilebilirdik ki?. Kulvarlarımız ayrıymış ama ''adam olacak çocuk'' ile gönüllerimiz aynıydı.” Selam olsun sevgili kardeşim Nadir Kalbinur’ a ve o güzel çocukluk yıllarımıza…