“Bütün kitapları yakmalı/ Sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/ Kitaplara göre insan/ karanlıkta yüzüne bin mumluk lamba tutulmuş/ gözleri, yüreği kamaşmış insandır/ aptaldır, hastadır, kahramandır/ Bütün kitapları yakmalı/ sevda üstüne ne söylenmişse yalandır/İçinde tek bir süret yaşayan yüreğe yürek mi derler/ bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar/ bir tek meyve veren dalı keserler/İnsan dediğin bir buğday tarlası olmalı/ esti mi rüzgâr, bir değil milyonlar için esmeli/ insan dediğin derya misali/ uçsuz bucaksız olmalı.” O kadar çok özel günler icat edilmiş ki; öğretmenler günü, doktorlar günü, hemşireler günü, ormancılar günü, ve saymakla bitmeyen nice günler. Bir gün öncesinde, bir gün sonrasında hiç de umurumuzda olmayan tüm mesleklere sözüm ona çok değer veriyormuşuz gibi kutlanan günler. Bugün de sevgililer günüymüş. Hangi sevgiler, hangi sevgililer?.. Dün olan, bugün olmayan veya bugün olan, yarın olmayacak olan sevgiler ve sevgililer mi? Yaşadığımız bu zamanda neredeyse her yıl başka sevgililerle kutlanan bu gün ne kadar anlamsız, ne kadar saçma!.. Bittiği zaman pişmanlıktan başka iz bırakmayacak, dostluğa bile dönüşemeyecek sevgiler mi? Yoksa dostluğa dönüşmemek bir yana düşmanlığa dönen sevgiler mi? Günümüzde bunun örnekleri o kadar çok ki!. Aşk cinayetleri her gün duyduğumuz haberler arasında. Yıllarca evli kalan çocuk sahibi eşler bir tarafın ayrılma isteğine karşı adeta çıldırıyor ve cinayete kadar varan vahim sonuçlar çıkıyor ortaya. Oysa sevgi ve aşk insanlık var olduğu sürece asla vazgeçilemeyecek, hayatımızı renklendiren, ona sımsıkı sarılmamıza neden olan, insan olduğumuzu hatırlatan, bu dünyada hayatı yaşanır kılacak en yüce en güzel duygudur. Ama ne acıdır ki günümüzde gerçek sevgiler azalmış onun yerini geçici, sahte, yalan, macera niteliğinde sevgiler almış, herşey gibi o da yozlaştırılmıştır. ****** Sevgililer gününün öyküsü ta üçüncü yüzyıldan gelir. O dönemde Roma tahtında imperator ikinci Claudius vardı. Zalim diye adlandırılan Claudius aşırı savaş ve askerlik tutkunuydu. Her yetişkin erkeğin asker olmasını istiyor ve kimseye göz açtırmıyordu. Öylesine ileri gitmişti ki, askerliğe engel oluyor düşüncesiyle evlenmeyi dahi yasaklamıştı. Gençler şaşkındı, kimse sevdiği ile beraber olamıyor, Roma kenti sayısı gittikçe artan ve uzak ülkelerde ölen sevgililerinin ardından ağlayan kadınlar ve kızlarla dolmuştu. Kısacası aşk yasaklanmıştı. Bu sıralarda İmparator tüm Romalılar'ın 12 tanrıya tapmalarını aksi şekilde davrananların ve özellikle de Hıristiyanlar'la ilişkiye girenlerin ölümle cezalandırılacaklarını emretmişti. Bu emre uymayanların arasında Aziz olarak kabul edilen filozof Valentinus da vardı, gezerek dinsel vaazlar veriyor ve İmparator'un hatalı olduğunu anlatıyordu. Sonunda yakalandı ve hapse atıldı. Valentinus'un hapiste olduğu günlerde yaşananlar efsaneye dönüşerek günümüze kadar ulaşmıştır. Bu yüzden 14 Şubat günü “Valentinus günü” olarak kutlanmaya başlandı. ****** Var olduğundan beri insan, aşk denen duyguyu da diğer duygular gibi tanımlamaya çalışmış. Onun yüzlerce, binlerce tanımı yapılmış. Aşkı ifade edecek sayısız şiirler, romanlar, öyküler yazılmış. Aşk üstüne şarkılar yapılmış, türküler yakılmış. Yine de aşkın tanımını tam anlamıyla yapmak, onun nasıl bir duygu olduğunu anlatmak mümkün olmamıştır. Oysa o, üç harfli, tek heceli küçücük bir kelime!. Uğrunda Ferhat’a dağları deldiren, Mecnun’u çöllere düşüren, Leylâyı ölüme götüren tılsımlı bir kelime! Bazı araştırmacılara göre aşk, insanın kimyasını değiştiren, hormonlarla ilgili ve duyguların abartılı olarak yaşandığı bir durum. Yürekte bir kıpırdanıştır aşk, ama her kıpırdanışın adı aşk değildir. Bazen bir koku, bazen bir ses aşka davetiye çıkarsa da, o her zaman ortaya çıkan bir durum değildir. Bu yüzden aşkın tanımını yapmak da mümkün değildir. O, herkese göre değişen bir duygu, farklı bir tattır. Aşk anlatılmaz, yaşanır. Onun duyumdan başka kanıtı ve belgesi yoktur ve anlatılamayacak kadar özel bir hikâyedir. Bazılarına göre, mutluluk amaçlıyormuş gibi algılansa da aslında, çıkmazların ve mutsuzluğun peşine düşmek demektir aşk. Gerçek aşkı yaşamış olan Leyla’yla Mecnun, Ferhat’la Şirin, Kerem’le Aslı mutlu olabilmişler miydi? Belki de imkânsızlıklar, engellerdi onları bu derece birbirlerine tutkun yapan. Her şey kolay olsaydı birbirlerine böyle aşık olmazlardı belki de. Gerçek aşk onlarınki idiyse o takdirde aşk, acı veren, hırpalayan, yıpratan ve hüsranla biten bir duygu değil midir? Herkes aşkı değişik biçimlerde ve kendine göre tanımlamış. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın hepsinde müşterek olan acı bir gerçek vardır. Zaman her acının ilacı iken ne yazık ki aşkın katilidir. Çünkü zaman, duyguların yoğunluğunu tüketir, özelliğini değiştirir. Birliktelik artık sevgidir, saygıdır, sefkattir, hoşgörüdür ama asla aşk değildir. Yapılan klinik deney ve gözlemlerle aşkın ömrünün minimum üç, maksimum beş yıl olduğu sonucuna varılmıştır. Bu yüzden “Mutlu aşk yoktur” denir hep. Bence bu konuda en güzelini yukardaki dizelerle Bedri Rahmi Eyüboğlu söylemiş.