Babamın Müziği

Mesut GÜNSEV

Babamın o ağır akordeonu kendini hayli zorlayarak evimizin içine taşıyışını anımsıyorum. Annemi ve beni oturma odasına çağırdı ve kutuyu sanki bir hazine sandığını açıyormuş gibi açtı. “İşte” dedi, “Çalmayı öğrendiğinde yaşamın boyunca seninle kalacak.”

Onun o anki mutluluğunu paylaşamadım çünkü bir gitar ya da piyano düşlüyordum. 1960 yılındaydık ve küçük el radyoma yapışık gibi yaşıyor, ünlü gitar ve piyano ustalarının yapıtlarını hayranlıkla dinliyordum. Akordeonla yapılmış hiçbir ünlü müzik parçası yoktu. Parlak beyaz tuşlara ve krem rengi körüğe baktığımda arkadaşlarımın benimle dalga geçmelerini duyar gibiydim.

Sonraki iki hafta boyunca akordeon koridordaki dolapta kapalı kaldı. Ve bir akşam babam önümüzdeki hafta derslere başlayacağımı bildirdi. İnanmazlıkla dolu olarak destek için annemin gözlerine baktım ama yüzündeki ifadeden beni desteklemediğini anladım.

Bir akordeona 300 ve ders başına da 5 dolar vermek babamın yapacağı türden bir iş değildi. Pennsylvania’da bir çiftlikte, bazen yeterli giysi ve yiyecek bile bulamadıkları çok zor koşullarda büyümüş olduğu için işe yaramayacak şeyler için para harcamayı sevmezdi.

Ailem ben doğmadan önce annemin ailesine ait iki katlı evin üst katına taşınmışlardı. Büyükannem ve büyükbabam alt katta yaşıyorlardı. Babam hafta içinde her gün üç saatlik yorucu bir yolculuk yaparak çalıştığı tamir servisine gidip geliyordu. Hafta sonlarında ise bodrum kattaki çalışma tezgahında ya bozuk bir dolabı ya da bir oyuncağı onarıyordu. Zayıf ve çekingen bir adamdı ve çalışma tezgahının başında geçirdiği zamanlarda olduğu denli hiçbir yerde rahatlamazdı.

Babamı yalnızca müzik, tezgahındaki aletlerinden ve projelerinden ayırabilirdi.

O günlerde evdeki bir dolabı karıştırırken minik bir gitar kutusuna benzeyen bir kutu buldum. Çok şaşırdım. Açtığımda içinden pırıl pırıl parlayan çok güzel bir keman çıktı. “Babanın kemanı” dedi annem, “Ailesi almış ona ama sanırım koşulların zorluğu nedeniyle çalmayı hiç öğrenememiş.” Babamın kaba ellerini bu zarif aletin üzerinde gezinirken düşünmeye çalıştım ama başaramadım.

Kısa bir süre sonra derslerime başladım. İlk günümde aletin kayışları omuzlarımı hayli acıttı ve kendimi her bakımdan beceriksiz duyumsadım. Bittiğinde babam öğretmenime nasıl olduğumu sordu. O da, “İlk ders için oldukça iyi” diye yanıtladı.

Her gün yarım saat çalışmam istenmişti ve ben her gün bundan kaçmaya çalışıyordum. Dışarıda top oynamak dururken nasıl olsa yakında unutacağım şarkıları öğrenmeye anlam veremiyordum. Ancak ailem çalışmam konusunda hiç geri adım atmıyordu.

 Çok şaşırmama karşın zaman içinde ellerimi uyumlu bir biçimde kullanarak basit kimi şarkıları çalabilmeye başladım. Babam akşam yemeklerinden sonra sıklıkla benden bir iki şarkı çalmamı istiyordu. O koltuğuna kuruluyor ve ben bildiğim birkaç melodiyi çalarken büyük bir zevkle dinliyordu.

“Çok güzel, geçen haftadan daha iyi” diyordu hep. Onun en beğendiği şarkıları peş peşe çalmaya başladığımda kucağında gazetesi katlanmış bir biçimde koltuğunda uyuyakalıyordu.

Bir temmuz akşamında çok eski bir şarkıyı neredeyse kusursuz bir biçimde çalmaktaydım ki annem ve babam pencereden bakmamı söylediler. Evinin dışında çok az gördüğümüz yaşlıca bir komşumuz arabamıza dayanmış çaldığım şarkıyı mırıldanarak dalıp gitmişti. Bitirdiğimde gülümseyerek bana seslendi, “Bu şarkıyı İtalya’daki çocukluğumdan anımsıyorum” dedi. “Güzel, çok güzel.”

Dersler yaz boyunca giderek zorlaştı. Öğrendiklerimi tam olarak çalabilmek saatlerimi alıyordu. Tabii bu arada dışarıda çeşitli oyunlar oynayan arkadaşlarım da ara sıra bana takılmadan edemiyorlardı, “Hey maymunun ve dilenme kabın nerede?”

Ancak bu tür aşağılamalar yaklaşan güz resitalinin bende yarattığı endişenin yanında sönük kalıyordu. Yerel bir tiyatronun sahnesine çıkacak ve solo çalacaktım. Bunu yapmak istemiyordum. Bir pazar öğleden sonra arabada giderken duygularım taşıp boşalıverdi.

“Tek başıma çalmak istemiyorum” dedim.

“Çalmak zorundasın” diye yanıtladı babam.

“Neden?” diye bağırdım. “Sen çocukken kemanını çalamadın diye mi? Neden sen kendi kemanını hiç çalmak zorunda kalmamışken ben bu aptal aleti çalmak zorundayım?”

Babam arabayı yolun kenarına çekti ve bana döndü.

“Çünkü insanları neşelendirebilirsin. Onların yüreklerine dokunabilirsin. Bu öyle bir armağandır ki senin onu başından atmana izin vermeyeceğim.” Sonra da yumuşacık bir sesle ekledi, “Bir gün benim hiçbir zaman sahip olmadığım bir şansın olacak. Ailene çalacaksın ve şimdi niye çok çalışmış olduğunun anlamını o zaman anlayacaksın.”

Nutkum tutulmuştu. Babamın akordeon bir yana herhangi bir şey hakkında yaptığı böyle duygulu bir konuşmayı çok seyrek duymuştum ve o günden sonra ailemin beni zorlaması olmaksızın çalışmalarımı sürdürdüm.

Konser akşamı annem parıltılı küpeler takmış ve başka hiçbir zaman görmediğim denli çok makyaj yapmıştı. Babam eve erken geldi ve takım elbise giydi, kravat taktı. İkisi de bir saat önceden hazırdı ve oturma odasında gergin bir biçimde sohbet ediyorduk. Hiç söylemediler ama çalacağım bu tek şarkının onlar için bir düşün gerçekleşmesi anlamına geldiğini anladım.

Tiyatro salonunda, ailemin benimle gurur duymasını istediğimi düşündüğümde sinirlerim iyice gerildi. Sonunda sıram geldi. Sahnenin ortasındaki tek sandalyeye yürüyüp oturdum ve tek bir yanlış yapmadan, “Bu Akşam Yalnızlıktan Sıkılıyor musun?” (Are You Lonesome Tonight) adlı şarkıyı çaldım. Büyük bir alkış koptu ve diğerleri durduğunda kimileri alkışlamayı sürdürdüler. Çok mutluydum, başarmıştım.

Konserden sonra annem ve babam sahne arkasına geldiler. Başları dik ve kızarmış yüzleriyle yürüyüşlerinden mutlu oldukları belliydi. Annem beni kucakladı. Babam kolunu omzuma attı ve beni kendine çekti ve “Harikaydın” dedi. Sonra elimi sıktı ve uzun süre bırakmadı.

Yıllar geçtikçe akordeon yaşamımda geri plana düştü. Babam özel günlerde çalmamı istiyordu ama dersler bitmişti. Üniversiteye gittiğimde akordeonum koridordaki dolapta babamın kemanının yanındaki yerini aldı.

Üniversiteden mezun olmamdan bir yıl sonra ailem yaşadığım kentin yakınlarında bir kente taşındı. Babam 51 yaşında sonunda kendine ait bir ev sahibi olabilmişti. Taşındıkları gün akordeonu kendi evime getirip tavan arasına koydum.

Akordeon orada benim kendi iki çocuğumun bir öğleden sonra rastlantı sonucu keşfetmelerine dek yıllarca tozlu bir anı olarak durdu. Oğlum onun gizli bir hazine olduğunu düşünmüş, kızım ise içinde bir hayaletin olduğunu... Her ikisi de haklıydılar.

Kutuyu açtığımda gülerek bağırıştılar,” Çal, çal baba ne olur çal.” İsteksizce kayışları omzuma geçirdim basit bir iki şarkı çaldım. Yeteneğimi kaybetmemiş olduğumu görmek beni şaşırttı. Çocuklar çevremde kıkırdayarak dans etmeye başladılar. Eşim bile kahkahalar atıyor ve el çırparak tempo tutuyordu. Onların çılgın neşe ve coşkusu karşısında hayrete düşmüştüm.

Çok çalışmanın ve başkaları için bir şeyleri feda etmenin ne demek olduğunu sonunda biliyordum artık. Babam baştan sona haklıydı; en değerli armağan sevdiğiniz insanların yüreklerine dokunmaktı.

Daha sonra babamı telefonla aradım ve sonunda onu anlamış olduğumu söyledim. Doğru sözcükleri seçmek için hayli uğraşarak bana verdiği, keşfetmem neredeyse otuz yıl süren miras için teşekkür ettim. “Bir şey değil” dedi, sesi duygu seli içinde boğularak.

Babam kemanıyla hoş sesler çıkarabilmeyi hiç öğrenemedi. Ancak ailesi için hiç çalmamış olduğunu düşünmesi yanlış bence. O akşam eşim ve çocuklarım dans edip kahkahalar atarken benim akordeonumu dinliyorlardı. Oysa  o babamın müziğiydi.

Wayne Kalyn … Bütün Dünya dan… 

Dün “Babalar Günü”ydü .Bugünlere gelmemizi sağlayan ,hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimiz babalarımızın ve güzel torunlarımızı bize bağışlayan oğul ve damatlarımızın da babalar günü kutlu olsun…Ahirete göç etmiş babalarımıza ve dedelerimize minnet duygularımızla birlikte rahmet ve selam olsun…