Baf’ Lıların Unutamadığı Gün (9 Mart 1964)

Hatice İNTAÇ

“Belediyesi var parkı yok Elektriği var şavkı yok Bütün p…ler bir araya toplanmış Birbirlerinden farkı yok” Uzun zamandır adada yaşanmayan soğuk ve yağmurlu bir kışın bittiğini ve artık havaların ısınmaya başladığını müjdeleyen son cemre nihayet toprağa düştü. Hava sıcaklıkları arttı, kış boyu kabuğuna çekilen tabiat uyandı. Rengârenk kır çiçekleri tarlaları süslerken; bahçelerde de mevsim çiçekleri endam eyledi. Toprak ana güzelliklerini cömertçe sunmaya başladı. Bahar geldi!.. Yeryüzü belli bir aklı ve hareket sistemi olan, yaşayan bir varlık. O; bu sistem çerçevesinde ve kendi yaratılışında aktif bir rol oynar ve dengesini devam ettirir. Ne yazık ki Tanrı’nın yarattığı; tüm varlıkların en üstünde tuttuğu biz insanlar için ayni şeyi söylemek mümkün değil. Doğayla olan iletişimsizliğimiz ve insanlığın, bilincin derinlikleri ile bağlantı kurma ve işbirliği yapmaktaki başarısızlığı kendi dengesini olduğu kadar doğanın dengesini de bozmaktadır. Günler, hatta yıllar ne kadar çabuk geçiyor!.. Daha dün gibi 2014 e girişimiz; onu bitirdik de yenisinin Mart ayına ulaştık. Bu ay bana hep 51 yıl öncesini; Baf Kasabasını, Baf’lıları ve en çok da rahmetli babacığımı hatırlatır; yeniden o günleri yaşatır. 21 Aralık 1963 te Türklerle Rumlar arasında başlayan ve olaysız geçmeyen savaş günleriyle Marta ulaşan zaman dilimi özellikle Baf’lıların unutamadığı bir tarihtir. Olayların başladığı günlerde sınırlarda ve Rumlarla karışık bölgelerde yaşayan soydaşlarımız can güvenlikleri için Kasabanın “Mutallo” denen Türk bölgesine göç etmişlerdi. Fakat orada da durum farklı değildi.  Rumlar yollardan topladıklarını, tenhada bulduklarını zalimce katlediyorlardı. Barış gücününse tek yaptığı şey öldürülenlerin cesetlerini Türk tarafına bırakmaktı. Türk mevzilerine açılan ateşle mücahitlerimiz devamlı tahrik ediliyordu. 7 Mart Cumartesi günü durum biraz yatıştı diye İngilizlerin teşvikiyle uzun süredir kapalı bulunan; Türk ve Rum dükkânlarının bulunduğu çarşı açıldı. Kısa bir süre sonra da ortalık karıştı ve bir soydaşımız vurularak ağır yaralandı. Arkadaşlarının vurulduğunu görenler de tabii ki bunu karşılıksız bırakmadı; çarşı kan ve barut kokusuyla doldu. O arada olan yine sivil halka oldu. Belki korumak, belki Rum’a bir ders vermek adına çarşıdan toplanan dört yüze yakın sivil Rum Türk tarafındaki üzüm ambarlarına hapsedildi. Esirler ambarlarda bir gün tutulabildi çünkü kendimize bile yetecek yiyeceğimiz yokken onları orada tutmaya vicdanımız razı gelmedi. Karşı tarafın bunu hazmedemeyeceği, yeniden saldıracağı ihtimaline rağmen Pazar gün serbest bırakıldılar. O günlerde Baf halkı bir hastaneden bile mahrumdu. Evden bozma küçük bir sağlık ocağı ve birkaç doktorumuz vardı. Lefkoşa’dan cerrah ve doktor talep ediliyor, fakat kimse gelmek istemiyordu. Israrlar üzerine cerrah Doktor Kaya Bekiroğlu başkanlığında bir ekip helikopterle 7 Mart günü Mutallo semtine geldi. Halk biraz olsun rahatladı çünkü her gün yaralananlar ve tedaviye ihtiyacı olanlar vardı. Esirlerin serbest bırakılmasının ertesi günü olan 9 Mart Pazartesi, o günü yaşayan ve tanık olan Baf’lıların belleğine acı bir hatıra olarak ebediyen kazınmıştır. O gün birçok soydaşımız şehit edildi, yaralandı. Sabahın alacakaranlığında başlayan aralıksız silah sesleri ikindiye kadar dinmedi. Her taraftan kurşunlar yağıyordu. Rum buldozerleri Türk kesimine girmişti ve hoparlörlerle “teslim olun köpekler” diye bağırılıyordu. Bu saldırı o güne kadar görülmemiş şiddette idi. Başlarında Yunanlı komutanlar olmak üzere Kıbrıs’ın her tarafından topladıkları kuvvetlerle saldırıyorlardı. Az sayıdaki mücahidimiz zor anlar yaşamış ancak duvarları delerek dükkândan dükkâna geçmek suretiyle geri çekilip canlarını kurtarabilmişlerdi. Hiç unutmam o gün babam göçmen olarak sığındığımız bir ilkokul odasından sabahın erken saatlerinde sağ kalan tek ineğine bakmak üzere çıktı. Diğerleri bir gün önce vurulmuştu. Onu yeniden görüşümüz derme çatma bir hastane odasıydı ve artık sağ kolu yoktu. Bir bazuka roketi ile çok ağır yaralar almıştı. Yıllar sonra Dr. Kaya Bekiroğlu hayatında hiç unutmadığı bir olay diye babamın kolunu ne şartlarda kesebildiğini kendi yazdığı anılarında anlatmıştır. Her çeşit tıbbi cihazdan yoksun bir sağlık ocağında babamı kangren olmaktan kurtarmış; kolunu bir bahçe testeresi ile kesmek zorunda kalmıştı. Sağ olsun!. Kaya bey olağanüstü bir iş başarmış, babamın hayatını kurtarmıştı. Kolun kaybedildiğini bu başarıdan dolayı belki de pek ciddiye almamıştı. Haklıydı da; ama babacığım kolunu kaybetmenin acısını hiç unutamadı. Birkaç gün sonra onu helikopterle Lefkoşa’ya gönderdiler çünkü gözünde de bir sorun oluşmuştu. Büyük ablam o zamanlar Lefkoşa’da öğretmendi. Baf’tan ve ailesinden haber almak için her gün helikopterin indiği meydana gidiyor; oradan gelmesi ihtimali bir tanıdıktan haber almaya çalışıyordu. O gün yine oradaydı. Babasına olanlardan haberi yoktu. Helikopter indi. Yaralıları indiriyorlardı ve babasının da sedye ile indirilişini gördü. Bunun ne büyük bir şok olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek. Hastalarla Lefkoşa hastanesine koştu ve babasının kolunun kesik olduğunu o zaman öğrendi. Babam onun ağladığını görünce kendini unuttu ve “İyi ki benim kolumu kestiler; ya kardeşlerininki kesilseydi” diyerek ablamı teselli etmeye çalıştı. Öyle de güçlüydü babacığım. Bir süre gözünü tedavi etmeye çalıştılar ama durum vahimdi, diğer gözünü de kaybetme riski vardı. Bu yüzden gözünü de almak zorunda kaldılar. Artık onun bir kolu ve bir gözü yoktu. Ailece zor zamanlar yaşadık. Nüktedanlığı, şakacılığı ile tanınan babam artık eski neşesini kaybetmişti. Onu en çok üzen şey de o zamanın ileri gelenleri(!...) tarafından malûl diye kayıtlara geçirilmesiydi. Oysa o yıllarca TMT ye çalışmış, sırasında canını ortaya koymuştu. O bir malûl Gazi idi. Parmağını kaybedenler gazi, eceliyle ölenler o zamanda şehit payesi alırken zavallı babacığım sanki trafik kazasında yaralanmış gibi malûl diye kayıtlara geçti. Bunu düzeltmek için çok uğraştı ama emsal teşkil eder bahaneleriyle düzelttiremedi. Aslında o gaziden de öte; şehadeti daha sonra gerçekleşen bir şehitti çünkü havan mermisi parçaları boğazına da hasar vermişti. Bu yüzden hep tedavi görüyordu. Bünyesi güçlüydü diye o haliyle on iki yıl yaşadı ve 1976 Aralığında aldığı o yaraların sebep olduğu rahatsızlıktan dolayı Güzelyurt’ta vefat etti. Nurlar içinde uyusun. Hasan Molla Osman Baf’ın yakından tanıdığı, şiirleriyle, nükteleriyle ün kazanarak halkın dilinde ve hatırasında yer verdiği bir insandı. Onun yaşamı boyunca söylediği sözlerin, yaptığı nüktelerin çoğu bu günkü hayatımıza da uyarlanıp ders alınacak niteliktedir. Hiciv ve nükte sanatını; mizahı hayata uyarlamayı becerebilen ender kişilerdendi. Onun fıkralarının altındaki derin mana her dönemin insanının ders alacağı nitelikte olduğundan bu fıkra ve deyişler dilden dile dolaşıp günümüze kadar gelmiştir. O; hayatını nükte üzerine kurmuş; bunu yaşadığı zamanın tüm zorluklarına rağmen gündelik hayata uyarlayabilmiştir. Haksızlık karşısında sözünü esirgemeyen, özgürlük kavramının gereklerini bilen, ezmeyi ve ezilmeyi hazmedemeyen biriydi. Ölümünden sonra fıkraları, hikâyeleri Milli Arşiv tarafından toparlanmış ve Kıbrıs Türk folkloruna kazandırılmak gayesi ile kayıt altına alınmıştır. 2006 da  ben de bir anı kitabıyla onu ve Baf’lıların o yıllardaki dayanışma ruhunu  her şeye rağmen teslim olmayı reddeden şerefli  mücadelesini anlatmaya çalıştım. Yukarıdaki dizeler ona aittir. O zamanın iktidarları için söylemişti. Günümüzdekilerin onlardan bir farkı var mı?!..