Eski bir masal gibi dilden dile dolaşan
Oysa daha dün gibi hafızalarda kalan
Uzak bir diyar şimdi gidilmesi zor olan
Ne zaman hatırlasam yüreğimi sızlatan
Çocuk bakışlarla izlerdim her günbatımı
Güneşin denizle buluşmasını
Bir tepeden seyrederdim onların vuslatını
Yıllar sonra öğrendim o büyük ihtişamı
Dünyanın en güzellerindenmiş
Baf’ın gurup zamanı.
Deniz kucak açardı Haziran geldiğinde
Bir coşkudur başlardı bizim mahallede
Toplanırdı komşular, son durak bizim evde.
Dolmalar sarılırdı kabak çiçeklerinden
Herkes bir iş yapardı payına düşeninden.
Sevinçle, heyecanla yaya çıkardık yola
Yoldaki bahçelerde verirdik kısa mola
Şarkılarla türkülerle yol alırdık denize
Yorgunluğun adını bilmezdik o günlerde
Ulaşırdık sonunda denizin kıyısına
Kamışlardan gölgelik yapardık yaşlılara
Kumsalı kadar onun, kayaları da vardı
Denizimizin adı Kral Mezarlarıydı
Kayalık ve hırçındı Kral Mezarlıkları
Yine de çok severdik o çılgın dalgaları
Koylar vardı utangaç genç kızları saklayan
Dalgalar vardı hayalleri uzaklara savuran
O hayaller ki gerçekliğe varmadan
Enginlerde boğulan
Yıllardan sonra bile Baf’a hasret bırakan
Rüyalarda gezindiğim bir sahildir şimdi
O deniz, o kumsal ve o koylar
Çocukluğumuz, gençliğimiz oralardan el sallar
Tellerle kapansa da bizden hep izler saklar (*)
Nedense insan, zor veya imkânsız olan şeyleri daha çok ister, daha çok özlermiş. Hayatın kötü sürprizleri de olabileceğini hesaba katmadan, gerçekleştirmesi mümkün olan eylemleri zamanında yapmayıp erteler. Gün gelip istese bile artık bunun imkânsız olduğunu anlayınca da hayıflanır, kendine kızar ve zaten hayatında var olan “keşke” lerini çoğaltır.
Son zamanlarda corona salgını ve kapıların kapanmasıyla, doğup büyüdüğümüz ama terk etmek zorunda kaldığımız Güneyde kalan yerlerimizi ziyaret edememenin çaresizliği özlemimizi çoğaltırken “keşke” lerimize bir yenisini daha ekledi.
Zaman çok çabuk geçiyor ve geçerken de çok şeyi değiştiriyor. Ona karşı durmak ve direnmek imkânsız.
Bu değişim, yeni nesilleri eski değerlerimizi bilmekten yoksun bırakırken eskileri de bulanık anılara götürür. Yine de bazı anılar vardır ki bulanık olmak bir yana, günden daha berraktırlar.
Bu yaz mevsimi de beni yıllar öncesine götürdü. Doğduğum, büyüdüğüm yer olan Baf Kasabasına...
Baf Kasabası Kıbrıs’ın Güneybatısında bulunan, denize açık şirin bir kasabadır. Diğer yerleşim merkezlerine göre en uzakta sayılan yeridir Kıbrıs’ın. Havası, doğası çok güzel olmasına rağmen uzaklığından dolayı Rumlarla Türklerin arasının gerginleştiği 1950 li yıllardan sonra bu şirin kasabaya memur, öğretmen ve doktorlar, atanmayı pek arzu etmezlerdi. Buraya gelmek onlar için adeta bir ceza gibiydi. Ancak geldikten sonra da o kadar alışırlardı ki, gitmek istemezlerdi. Bunun en önemli nedeni sanırım Baf insanının vefası, dürüstlüğü ve içtenliğiydi. Esasen Kıbrıs bir Akdeniz adası olma özelliğinden dolayı iklimi gibi insanı da sıcak ve samimidir. Yine de bana göre farklı bir yanı vardı ora insanının. Belki de bunun nedeni uzakta oluşu ve özellikle de savaş yıllarında yaşanan mahrumiyetlerden doğan kader birliği ve dayanışma ruhuydu. Benim de en masum, en riyasız dostluklarım ve sevgilerim daha çok o yıllara ve o yerlere aittirler.
Baf Kasabasının yeni halini iki kere gördüm. Görmesem daha iyi olurdu ya!. Her taraf değişmiş. Çocukluğumuzun geçtiği yerler; denize kadar uzanan ovalar, bahçeler, beton yığınına dönmüş. Evimize çok yakın olan Kral mezarları denilen bölge tellerle kapatılmış, müze haline getirilmiş. Oysa ne çok anımız vardı o yerlerde…
Önceleri o taştan mağaraların ve kalın duvar kalıntılarının ne olduğunu bilmeden oyun oynardık oralarda. Sonradan mezar olduklarını öğrenince korktuk.Yine de alışık olduğumuz o mekândan kopamadık. Ta ki koparılıncaya kadar!.
Kasabanın iki kilometre kuzeybatısında yer alan; M.Ö. 3. yüzyılda yapıldığı düşünülen ve o dönemin krallarının ve asillerinin gömülü olduğu varsayılan bölge denize açıktı. Bitki örtüsü bakımından o kadar zengindi ki; sonradan yerleştiğimiz Güzelyurt’ta bu bitkilere hiç rastlamadım. Buram buram çiçek kokardı oraları. Kayaların arasından fışkırırcasına boy gösteren tavşan kulakları ( yabani siklamen) ve sayısız orkide çeşitleri ile cennetten bir köşeydi sanki.
Yaz mevsimlerinde Bizim mahalleli Kral Mezarlıklarının yakınındaki denize girerdi. Hırçın ve kayalık bir denizdi ama etrafındaki kamışlıklarla, tertemiz, berrak suyuyla ve bize olan yakınlığı ile tercihimizdi. Deniz dönüşlerinde yol boyunca tanıdık evlerde mola verir, bostanlardan kavun-karpuz, bahçelerdeki incir ağaçlarından incir toplardık.
Genelde annem götürürdü bizi denize. Ablalarımın, abilerimin arkadaşları, mahallenin genç kızları bizde toplanırlardı denize gitmek için. Annem bize şart koşardı, bütün işler bitmeden denize götürmem diye. Hepimiz işler bitsin diye seferber olurduk. Annem, o zamanlar, aile bütçesine katkısı olsun, okul masraflarımız çıksın diye birkaç tane koyun ve keçi almıştı. Onları yazın daha çok dut yaprakları ile beslerdik. Denize gideceğimiz günlerde hayvanlar için bahçemizdeki dut ağaçlarından yaprak yolmak bize düşerdi. Nasıl da hamaratlaşırdık öyle zamanlarda!.
Lastikçi Hasan dayımdan denizde boğulmamak için cankurtaran görevi yapan lastikler alırdık. Kocaman, siyah, araba iç lastikleri.. Buna rağmen o hırçın denizde çok boğulma tehlikesi atlattık.
Yaz mevsiminde deniz en büyük eğlencemizdi. Bazen de limanın bulunduğu Dip Baf’a giderdik denize girmek için. Yol üzerinde “Hacı Mehmet Türbersi” vardı. Her gidişimizde türbeye de uğrar, dua ederdik. Limanda tarihi Baf kalesi vardı. Evden getirilen yemeklerle, özellikle de çiçek dolması ile kalede piknik yapardık. Ne güzel, ne tasasız günlerdi onlar..
Günün kavurucu sıcağından sonra gelen akşam serinliği ile yeniden coşardık. Çünkü ikindi vakti avaz avaz bağırarak o gece gösterilecek filmin duyurusunu yapan “katil” (adamın lakabıydı) kanımıza girerdi!. Gece de yazlık sinemaya gitmek isterdik. En kalabalık ev bizimki olduğu için mahallenin genç kızları, çocukları akşamüzeri bizde toplanırlardı. Yanımızda bir büyüğümüz olmadan gece sinemaya gitmemiz yasaktı. Bu yüzden sinemaya götürsünler diye onların her dediğine itaat eder; ertesi günkü işlerin tümünü üstleneceğimize dair söz verirdik. Önce itiraz edilse de nihayette mahallenin bir büyüğü yakarışlarımıza dayanamaz; bizi sinemaya götürürdü. “Papatya Sineması” na… Sinema yüksekçe bir yerdeydi. Oturduğumuz yerden denize kadar uzanan muhteşem manzarayı görmek mümkündü. Yasemin ve ful kokardı sinema. Çocuklar hurma dallarına veya çam iğnelerine dizilmiş yaseminler satarlardı iki kuruşa. Derken film başlardı. Belgin Doruk-Göksel Arsoy , Ayhan Işık- Türkan Şoray gibi o zamanın ünlülerinin başrol oynadığı siyah- beyaz kareler yansırdı beyaz perdeye.Filmin sesine “basedembo” ve “gannavuri” denilen kabak çekirdeği ve kavrulmuş kenevir tohumunun çıtırtısı ve kokusu eklenince Papatya sineması kimliğini bulurdu.
Baf Kasabasında yaz mevsimi o zamanlar böyle geçerdi.
(*) Bafa Özlem adlı şiirimden