“Günaydınım, Nar Çiçeğim, Sevdiğim...”
Sabahın erken vaktinde büyük ihtimalle benimki gibi erken uyanan evlerin birinden gelen hoş nağmeler esen rüzgârın kâh hızlanan kâh sakinleşen sesine karışıp kulaklarımdan kalbime akarken yeni uyanan doğaya ve başta insan olmak üzere tüm canlılara şarkının dediği gibi “günaydın” demek geliyor içimden. Şarkıyı yorumlayan Melihat Gülses’in bülbülleri kıskandıran cıvıl cıvıl sesine rağmen hüzünlü bir şarkı bu. Onu yaratana hayranlık duymamak ve hangi ruh haliyle yaratıldığını merak etmemek elde değil.
İnsanoğlu duyguları ile var olan bir varlık ve bu duygularını bazen yazı, bazen resim bazen de müzikle su yüzüne çıkarma ihtiyacındadır. Müzik de bunlardan biri hatta en başta gelenlerindendir. Öyle melodiler, öyle şarkılar vardır ki, üst seviyede bir ruhu temsil ederler
Bazı şarkılar vardır, dinlediğinizde içinizi aydınlatır, coşturur, neşelendirir. Bazıları da hüzünlü bir dinginliğe sevk eder. Hangi duyguyu uyandırırsa uyandırsın bir kalbimiz ve ruhumuz olduğunu hatırlatır. Kısa süre de olsa bizi o saf ve bozulmamış özümüze döndürür.
Her şarkının bir bestekârı olduğu gibi bir de o şarkının sözlerinin yaratıcısı vardır muhakkak. Ben bu şarkıları söz yazarlarının adının pek anılmamasından dolayı onlar adına içim burkularak dinlerim bazen. Nedense şarkılar zaman içinde onu besteleyenle veya onu yorumlayanla özdeşleştirilir ve bir zaman sonra ona mal edilir. Oysa o şarkının temelini oluşturan sözler en az bestesi kadar önemlidir. Bana göre söz yazarı veya şair eserin iskeletini oluşturur, bestekârı da ona beden verir. Şarkı bu şekilde tamamlanır. Daha sonra ses sanatçılarınca yorumlanır. Bu yüzden bir şarkı, söz yazarıyla bestekârının ortak eseri olmalı ve bestesini yapanla sözlerini yazan ayni şekilde değer bulmalı, ayni özen ve saygıyla anılmalı, hatırlatılmalı ve hatırlanmalıdır.
Ezgisi dilimize takılan ama kimin niçin yazdığını, kimin için bestelediğini aklımıza bile getirmediğimiz şarkılar vardır. İşte o şarkılardan biri de “Günaydınım, Narçiçeğim, Sevdiğim” diye başlayan şarkı... Sözlerini Feyzi Halıcı’nın bir efsaneden esinlenerek yazdığı, Çinuçen Tanrıkorur’un notalara döküp bestelediği bir şaheser.. Bir Hint efsanesinden esinlenerek yazılmış ve bestelenmiş olan ve şarkıya döküldükten sonra daha da anlam kazanarak çok derin yerlere dokunan bu ezginin hikâyesini umarım siz de merak ediyorsunuz.
*****
“ Efsaneye göre Cihangir Hanlığının genç Prensi Salim Şah, bir gün raksını görüp hayran kaldığı Anarkali isimli genç ve güzel rakkaseye aşık olur. Zaman geçer ve Prens Salim Şah gönlünü çelen bu güzel rakkase ile evlenmek ister ancak ülkesinin kuralları buna izin vermez. Bir prensin halktan bir kızla, hele de bir rakkase ile evlenmesi hiç kabul edilmez. Ama gönül ferman dinlemez, Bütün kural ve yasaklara rağmen bu aşk büyür, iyice alevlenir. Anarkali ile Salim Şahın aşkı dillere destan olur, bütün hanlığı sarar, dilden dile anlatılıp durur. Bu durum prensin babası Han Akbar tarafından hiçbir zaman kabul görmez ve aşıkların birbirini görmesini yasaklar. Oysa tüm yasaklara rağmen Anarkali ile Salim Şahın aşkları günden güne büyür ve hükmünü sürdürür.
Çevre hanlıklara da yayılan bu aşk hikâyesiyle baş edemeyeceğini anlayan Akbar Han çareyi sevdalıları ayırmakta bulur. Çözüm çok zalimcedir. Güzel Rakkase Anarkali, ibret için kentin ortasında inşa edilen, penceresi olmayan, dört duvardan ibaret dar bir odaya hapsedilir. Arkasından giriş kapısı da duvarla örülüp kapatılır. Yani bir anlamda ölüme terk edilir Anarkali. Salim Şah şaşkın ve çaresiz, bu aşkı efsaneleştiren şehir halkı ise ağlamaklı ve şaşkındır. Her gün gelip bu hücrenin önünde, hanın insafa gelip güzel Anarkali’yi affetmesini bekler insanlar. Zaman geçtikçe umutlar kesilir, çaresizlik sarar dört bir yanı. Artık duvarlar yıkılsa da güzeller güzeli Anarkali’nın sağ çıkma ihtimali yoktur bu hücreden. Halk yavaş yavaş çekilir, bekleme duvarının önü boşalır, ama aşk mecnunu prens, sevdiğini yalnız bırakmaz. Gözleri kapının örüldüğü duvarda sesiz bir tevekkül ile beklemeye devam eder.
Mevsimler geçer bahar olur, doğa yeniden canlanır ve günlerden bir gün o taş duvarda bir kıpırtı başlar. Prensin gözünü hiç ayırmadığı o duvarda, güzel Anarkali’nın girdiği kapının taş örgüleri arasından ince zarif bir dal filizlenmiştir. Bu çiçek açmış bir nar ağacının dalıdır. Bunu duyan halk tekrar hücrenin önünde toplanmaya ve her gün bu yaşam filizini izlemeye başlar. Günler geçtikçe yeni dallar, yeni filizler çıkar o taş duvarın bağrından ve tomurcuklarla yüklü dallar sarar etrafı. Belli ki aşk çiçek açmıştır..” (Alıntı)…
“Şavkıması sana doğru yolların, sana doğru denizlerin çağrısı. Çırıl çırıl ötelerde bir güzel… Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim….”