Bir Zamanlar Kıbrıs…

Kıvanç BUHARA

O gün, evde büyük bir telaş vardı. Yerler yeniden silinip süpürülmüş, masa örtüleri ütülü, temiz örtülerle değiştirilmiş; çatal, bıçak, kaşık ve tabaklar uzun zamandır o gün için saklandıkları eski çeyiz sandığından çıkarılıp yemek masalarına titiz ve düzenli bir şekilde yerleştirilmişlerdi. Evin büyük kızı Emel’i, istemeye geleceklerdi. Emel’in annesi Duriye kadın, en lezzetli yemekleri hazır etmişti bile! Sabahın erken saatlerinde yakılan avludaki ekmek fırınına kebaplar salınmış ve fırının ağzı çamurla sıvanmıştı. Taze köy ekmeğinin ve pişmekte olan fırın kebabının tütsüsü, “ ölüyü bile canlandırır” türdendi. Duriye kadın sinilere biraz şinya yaprağı, az biraz mersin dalı, birkaç zeytin dalcığı ile taze toplanmış çitlembik ilave etmişti. Dünürcülük için davet edilen konuklar yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. Gelenler, fırının etrafında toplanmışlar, Duriye kadının yemek pişirmekteki ustalığını anlatıyorlardı. “- Vallahi, kızı Emel da anasından çektiysa, öğretmen Ömer bey yaşadı!” Bir diğeri söze karıştı: “- Ömer bey, Osman Efendinin paracıklarına, malına mülküne kondu. Osman Efendinin oğlu olmadı ya; ee Ömer bey da ilk damadı… Şanslı adamdır şu Ömer öğretmen” Emel nedense çok durgun ve sessizdi o gün… Hiç görmediği, tanımadığı birisi ile evlendirilecekti. Nasıl bir insandı şu Ömer bey! Uzun boylu muydu? Saçları kömür gibi kara mıydı? Yoksa kısa boylu göbekli miydi? Üstelik babası ona beş yüz lira da metrima (*) verecekti. Osman Efendi, damadının öğretmen olduğunu herkese öğüne öğüne, ballandırarak anlatıyordu. O zamanlar; memur damat adayı, evde kalmış zengin kızların özlemiydi. Hükümet dairesinde memur, öğretmen, ormancı, polis gibi… Ne ise!... Sokak kapısından gelen seslere bakılırsa, damat adayıve ailesi gelmişlerdi. Herkes sokak kapısına doğru koştu. Osman Efendi, konuklarını kapıda karşıladı. Emel, hanayın (**) penceresinden avluya bakıyordu. Gelenlerden Ömer bey hangisiydi diye merak içineydi. Siyah ceketli, kravatlı olan oydu herhalde. Doğrusu yakışıklıydı Alt kattaki mertekli büyük salonda toplandılar. Yardıma gelen köylü kadınlar yemekleri hazırlamaya başlamışlardı. Hoş beşten sonra, Ömer beyin babası Hulusi Efendi : “ Eee, gelelim esas meseleye… Allah’ın emri, peygamberimizi kavli ile küçük kızınız Şahsineyi muallim oğlumuz Ömer’e istemeye geldik. Ne dersin Osman Efendi?” Salonda sessizlik ve şaşkınlık vardı. Herkes hayretler içinde birbirlerine baktılar. Osman Efendi derin bir puuff çekti. “ Siz büyük kızım Emel’i istemeye gelmediniz mi?” Hulusi Efendi: “- Yolda gelirken kararımızı değiştirdik. Hem ne fark eder, ha büyüğü ha küçüğü. Bizim tercihimiz küçük kızınızdır” dedi. Aş evinde konuklara kahve yapmakta olan Emel, konuşulanları duyunca elindeki cezve yere düştü. Kahve toprak zemine döküldü. Osman Efendi sert, ciddi ve kararlı konuştu: “- Büyük kızımı evlendirmeden küçüğüne sıra gelmez. Ya büyük kızımı alırsınız ya da güle güle gidiniz” dedi. Öğretmen Ömer bey: “- Hade baba, kalk gidelim, ben küçük kızlarını istiyorum” dedi. Konuklar sinirle kalktılar. Güzel tütsülü yemekler masalarda kaldı. Emel günlerce evden dışarı adım atmadı. Küçük kız Şahsine üzüntüsünden hasta oldu. AnneleriDuriye kadın,kocası Osman Efendi’ye yıllarca küs kaldı. Onunla ayni odada dahi yatmadı. Kızları ise hiç evlenmediler. (*) Eskiden zengin kız babasının okumuş damat adayına verdiği başlık parası. (**) Köy evlerinin üst katı.