Bak kardeşim, bilmediğin ya da kıyısından köşesinden bildiğin, ama aslında neyi ne kadar bildiğini de bilmediğin tarihi gerçeklerden koparak ulusal ve uluslar arası siyaset yapmaya çalışayım derken, adına siyaset dediğiniz süreci bıkmadan ve usanmadan ve de sürekli olarak kafanıza giyiyorsunuz, maskara oluyorsunuz, rezil rüsva oluyorsunuz...
Bak kardeşim, canım ciğerim kardeşim (canım ciğerim konusunda samimiyim, bunda gayrı kullanacağım ifadelerde anla ki seninle gırgır geçeceğim, çünkü bunu fazlasıyla hakediyorsunuz, saçmalıklarınızla insanı delirecek noktaya kadar getiriyorsunuz....), kaş yapayım derken göz çıkarmak devlet adamlığı filan değil, olsa olsa un torbasını rafa koyayım derken kafasına deviren bakkal çıraklığı filan olur...
Sen şimdi TC Dışişleri Bakanı olarak Rum’un seninle yapmak istediği röportaja balıklama atlıyorsun, Türk politikacısının yaptığı tipik yanlışları yapıyorsun, her sorulan soruya ille de duygusal şekilde cevap vermeye çalışıyorsun, her atılan oltaya asılıyorsun, Rum’un yüzüne gülerek seni istediği gibi yönlendirmesine izin veriyorsun, hatta Rum’un seninle nasıl oynadığının bile farkına varmıyorsun, Rum’a istediğini veriyorsun ve Rum’a soruyorsun, “önce siz nasıl bir çözüm istediğinize karar verin, Akıncı’nın görüşleri kendini bağlar falan filan” diyorsun...
Anında şak!
Nakavt oldun bile!
Rum senden istediğini aldı, iki laf arasında kendi kalene attığın golle Türkiye ve Kıbrıs Türkünün politikası arasında ayrı gayrı olduğunu, bir birlik olmadığını bir daha ispatlayıverdin, Rum’un da duymak istediğini tescilleyerek söyledin...
Büyük marifet doğrusu, dilin kemiği yok ya, “devletini tanımam” dediğin adamla oturdun, bir güzel tanıştın, konuştun, Türkiye ile Kıbrıs Türk liderliği arasında “anlaşma, uyum” filan olmadığını söyledin, en azından Rum ile ortak bir noktada buluştun, bravo doğrusu!
Rum da, eğer senin ağzına bakacaksak, Türkiye de şu anda Kıbrıs Türkü ile Kıbrıs sorununun çözümü konusunda ayrı gayrı düşmüş durumda...
Rum ile birçok konuda zaten ayrı gayrıydık, bir de Türkiye ile ayrı gayrı olmamız eksikti, o da oldu, iş tamam oldu!
Bak kardeşim, sana biraz tarih dersi vereyim, verme deme, almam deme, çünkü buna çok feci şekilde ihtiyacınız var...
Sene 1950!
Dünyanın gördüğü en büyük ve vahşi savaş biteli henüz beş sene bile olmamıştır ama ABD dünya ticaretinin yarısını ele geçirmiş durumdadır.
ABD’nin tek rakibi, savaş bittiğinde Alman esir kamplarında bulunan 30 bin kadar ABD askerini tekrar esir alıp Rusya’ya götüren ve esir kamplarında devletin ayak işlerinde kullanan Rusya’dır...
Bellidir ki komünizm kisvesi altında despotik yöntemlerle kendine ağır sanayi ve askeri güç geliştiren “Rus Ayısı” dünyanın patronluğuna oynayan ve o günden beridir bu patronluğu taslayan ABD’nin emperyalist “Sam Amca’sının” en büyük engellerinden biri, hatta en büyük engeli olacaktır.
Şak! Anında “Yeşil Kuşak” projesi devreye sokuldu.
Neydi bu Yeşil Kuşak projesi?
Rusya’yı çevreleyen Müslüman ve geri kalmış ülkelerin her birinin ayrı telden çaldığı din değerlerini sömürerek, kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, gerektiğinde de radikal terör örgütleri yaratarak ve bunları Rusların ve Rusların destekçilerinin üzerine salarak Rus yayılmacı politikasının önüne geçmek.
Tam da Yeşil Kuşak projesi devreye girdiği zamanlara denk gelen bir dönemde, Adnan Menderes hükümeti, nerden kafasına estiyse, şu Türkiye’nin nankör, yalancı, fesatçı, sapık ve kindar dindarlarının anasından girdiği avradından çıktığı Atatürk’ün kurduğu ve medeniyeti memleketin en ücra köşelerine kadar taşıyan köy enstitülerini kapatmaya başladı, onların yerine din sömürüsünün tavan yapacağı imam hatip liselerini açmaya başladı.
Ne tesadüf!
Arkasından Doğu Akdeniz’in sabit uçak gemisi Kıbrıs’ta olayları patlak verdi (aslında verdirildi), İngiliz yönetimindeki Kıbrıs’ta Rumlar ve Türkler grevler organize etmeye, insan haklarını talep etmeye başladı, bir grup Türk ve Rum ABD-İngiliz emperyalizmine karşı Rus komünizmine arkasını dayamaya kalkıştı, anında bunları hizaya getirecek EOKA (açılımını da yazayım ki iyi anlayasınız, Ethniki Organisos Kiprion Agoniston-Kıbrıslı Savaşçılar Etnik Organizasyonu) kurduruldu, bunlrın esas hedefleri özellikle Rum toplumundaki Rusya yanlısı solcular ve komünistlerdi, anti-emperyalistlerdi...
Sonra biraz hizadan çıktılar, faşizmin sınırı yok ya, kendilerini kurduranlara da dokundular, İngilizlere karşı da tedhiş hareketlerine başladılar ve Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak gibi bir hayale kapıldılar.
Şak! Anında cevap gecikmedi...
Karşı güç olarak Türk toplumu içinden TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurduruldu, sözde EOKA’ya karşı kurduruldu ama esas hedef Türk toplumu içindeki Rusya yanlısı veya anti-emperyalist kitlelerdi.
EOKA ve TMT sözde birbirlerine rakiptiler ama esas temizledikleri kendi toplumlarının içinde Amerikan emperyalizmine tehdit oluşturan veya oluşturabilecek unsurlardı, arada ise, bu işlerin başında duranlar kurdukları ekonomik düzenle malı götürüyorlar, milliyetçilik kisvesi altında yarattıkları terör düzeninde halkı iliklerine kadar sömürüyorlardı.
Buraya kadar tamam mı canım ciğerim kardeşim!!!
Tamamsa devam!
Sonrasında ise, Atatürk’ün yarattığı değerlerin içine eden hükümetler sayesinde, özellikle de İnönü ve CHP hükümetlerinin beceriksizlikleri sayesinde, Türkiye NATO’ya girmek ve kendine bir “koruyucu” edinmek için yüzlerce evladını Amerikan emperyalizmi adına haritada adını bile duymadıkları Kore topraklarında feda etti, böylece Türkiye sürüne sürüne NATO’ya girdi, başı arşa değdi...
Böylece Amerikan ekonomik, siyasi ve askeri gücü Türkiye’yi tam anlamıyla kıskacına alıverdi.
Bu arada, Rumların milliyetçilik tantanaları arkasına o zaman Mastrich Anlaşması ile yeni yeni tohumları atılan ve sonradan Avrupa Birliği’ne dönüşecek Avrupa kıtasındaki sempatizanları da alınca, (ki bir kısmı sosyalist idi, ve savaştan sonra Avrupa’nın bir tarafı Amerikancı, diğer tarafı ise Rusçu olmuştu) üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiltere Kıbrıs’ta zora girdi ve istemeye istemeye Kıbrıs’ın bağımsızlığını kabullendi.
Elbette kendi çıkarını da kolladı, Egemen İngiliz Üsleri’ni almak karşılığında bu bağımsızlığa razı oldu.
Peki bundan sonra ne olacaktı, Rusya ile fingirdeşen ve ilk fırsatta Rusya’yı sıcak denizlere indirebilecek coğrafik ve siyasi potansiyele sahip Ortodoks Rumlara gerçekten bağımsızlık mı verilecekti?
Rumlara bu fırsatı rüyalarında bile vermezlerdi!
Hele hele de ne halt ettiğini bugün bile bilmeyen, Amerikan çıkarları doğrultusunda kullanılan piyon olmaktan başka hiçbir işe yaramayan, ölse de yaşasa da kimsenin umurunda olmayan Kıbrıs Türküne bu fırsatları vermek kimsenin aklının ucundan bile geçmedi.
Peki Kıbrıs’a bağımsızlık verilirken ne yapılmalıydı?
Elbette ki Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur kurulmaz NATO’ya üye olmalıydı.
Bunun için, Zürih-Londra ve Lefkoşa anlaşmalarından önce kurulacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO’ya giriş anlaşmasının taslağı hazırlandı.
Rum toplumunun temsilcisi, sosyalist ve hovarda başpiskopos Makarios buna anında karşı çıktı ve böyle bir şartı reddetti.
Şak! Anında reddedemeyeceği bir alternatif hazırlandı!
Üç NATO üyesi ülke yeni kurulacak cumhuriyetin “garantörü” olacaktı, Türkler azınlıkta olmasına rağmen devlet temsiliyetinde Rum Cumhurbaşkanı ve Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı eşit siyasi güçlere sahip olacaktı.
Böylece Makarios ve Rumlar Ruslarla bir olup da Doğu Akdeniz coğrafyasında istedikleri gibi at oynatamayacaktı, hareketleri sınırlandırılacaktı.
Peki Türkler açısından durum neydi?
Amerikan emperyalizminin esiri durumunda bir Türkiye ve onun da lafından dışarı çıkmayan Kıbrıslı Türkler, yani, bir diğer deyişle, Amerika’nın esiri durumunda ve lafından dışarı çıkamayacak Kıbrıslı Türkler!
Laf dinlemeyen, Ruslarla fingirdeşen şımarık ve hoppa Rumların karşı alternatifi olan bir avuçluk Kıbrıs Türkünün de pozisyonu bu şekilde belirlendi.
Buraya kadar açık ve net mi?
Ama Makarios bunu yutmadı, “hastirin” ordan dedi, görüşme masasından kalkıp gitmeye niyetlendi...
Anında karşısına bir deste fotoğraf atıldı, bizim şaşkaloz siyasilere ve basına göre bunlar Makarios’un eşcinsel ilişkilerini gösteren fotoğraflardı ve sabahleyin basına servis edilecek, böylece işi bitirilecekti...
Halbuki fotoğraflardaki içerik, bizim hovarda popazın üç ayrı bayanla fingirdeşirken çekilen görüntüleriydi, ki muhtemelen bu “aşıkların” hepsi de İngiliz ve Amerikan ajanıydı ki bizim “başpopazı” fena “avladılar”.
Nitekim, bu ilişkileri 1974 harekatı sonrasında Londra’da kendisiyle röportaj yapan ünlü İtalyan gazeteci Oriana Fallaci’ye dolaylı olarak itiraf etti...
Oriana Fallaci kendisine bu ilişkileri sorduğunda sessiz kaldı ve neden cevap vermediği sorulduğunda ise “yalan söylemekten hoşlanmam, inkar etmek yalan olur” deyiverdi...
Eğer Londra görüşmeleri sırasında önüne konan anlaşmaları imzalamasaydı, Başpiskopos olarak karşı cinsle yasaklanmış olan ilişkileri ortaya çıkarılacak ve yerine başka piyon bulunacaktı...
Nitekim, Zurih-Londra ve Garanti anlaşmaları imzalandıktan sonra Lefkoşa havalanına indiğinde asasını yere vurdu ve bu iş bitmedi deyiverdi...
Bir avuçluk Kıbrıs Türkü kendisini üçe katlayan Rum toplumu ile eşit haklara sahip olmamalıydı, bu hakları kullanarak Amerikan emperyalizmine alet olmamalıydı, kendisine ve ENOSİS emellerine de bu şekilde engel çıkarmamalıydı.
Bu yüzden bir taraftan ülkenin kalkınmasını sağlamak için o dönemlerin en büyük ekonomik seferberliğini başlatırken, diğer taraftan da Kıbrıs Türklerinin elinde bulunan malı mülkü üç beş katı fiyatla satın aldırarak, Türklerin adadan göç etmesine zemin hazırladı.
İngiliz üslerini ise hiç kabullenemedi, onları adadan defedip de yerlerine Rusları getirmek en büyük hayallerinden biri oldu.
1961’den 1963 ortasına kadar yapılan ekonomik seferberlik adada çok hızlı bir büyüme ve refah getirdi.
Bu arada Makarios, adanın doğal kaynaklarını sömüren Amerikan kökenli CMC (Cyprus Mines Coorporation) şirketinin kurulduğu günden beri vergi filan ödemediğini farketti ve onları hizaya çekmeye kalktı, adadan götürdükleri milyarlarca sterlinlik madenin vergisini istemeye kalktı, ki bu da milyonlarca sterlin değerinde bir vergiye tekabül ederdi.
Elbette ki Amerikalıların bu vergileri Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetine verme gibi bir dertleri yoktu, olmayacaktı da…
Yine bu arada, Türklerin elinde olan bakanlıklar, ki bunlar Savunma, Sağlık ve Tarım ve Doğal Kaynaklar bakanlıklarıydı, Rumların elinde bulunan bakanlıklara göre ülkenin gelişiminde bir varlık gösteremedi, kendilerine tahsis edilen ödenekleri har vurup harman savurdu, bu da hükümette birtakım rahatsızlıklar yarattı, ame her ne hikmetse, tarihimizde bunlar, bizim beceriksiz bakanlık yönetimlerimiz hiç sorgulanmadı.
Az yukarda bahsettiğimiz üzere, Makarios Türklerin devletteki gidişatından rahatsızken kendisine ikinci bir cephe açarak, o dönemde memleketin en güçlü şirketi olan Amerikan kökenli ve İngiliz destekli CMC’ye saldırınca, İngilizler hemen hedef şaşırttı ve Makarios’un önüne Türklerin elindeki gücü kısıtlayacak bir anayasa değişiklik taslağı koydu, Makarios da buna sıcak bakınca iki taraf arasındaki uyumsuzluklar ve hoşnutsuzluklar ateşlendi, iş “özel gayretlerle” çığırından çıkarıldı ve iki toplum arasındaki sindirilmiş düşmanlık silahlı çatışmalara dönüştürüldü, Makarios golü yediğini geç farketti, farkettiğinde Yunanistan’ı bu komploya girmemek için ikna etmeye çalıştı, ama ipler elinden kaçtı ve faşist tayfası kontrolü eline aldı, kendisi devre dışı kaldı, ta ki CMC tası tarağı toplayıp da adadan gittiği 1974’e kadar bu rezillikler sürgit oldu, tam da CMC milyarlarca sterlinlik karıyla adadan ayrıldıktan sonra, ve tam da Amerika’daki Watergate skandalının içyüzü patlak verdiği anda, Yunan askeri cuntası Kıbrıs’ta darbe yaptı, arkasından da Türkiye müdahale etti, garantörler birbirleriyle savaşırken İngiliz ve Amerikalılar malı aradan götürdü, Amerika’daki skandala yönelen dikkatler bir anda Kıbrıs’a çevrildi...
Tam da birinci harekat sırasında Nixon devrildi, ABD Yüksek Mahkemesi hakkında kararı verecekken yerine yardımcısı Ford geçti ve eski başkanını affetti, tam da ikinci harekat sırasında...
Ne tesadüf!
Geldiğimiz günde ise Kıbrıs’ın Amerika’nın avcunda tuttuğu ülkelerin garantörlüğünde bir üs olarak çok da bir önemi kalmadı, dolayısıyla Türkiye’nin garantörlüğü filan artık hikaye, şartlar 1960’ların soğuk savaş dönemi şartlarıyla aynı değil.
Zaten Türkiye’nin beceriksizlikte zirveyi kimseye kaptırmayan hükümetleri 186, 540 ve 541 sayılı BM kararları alınırken uyudular ve kozları Rumların eline verdiler, daha konuşacak birşey kalmadı, et de bıçak da onların eline geçti.
Geldiğimiz günde ise Ortadoğu coğrafyası Amerikan mandası haline geldi, o yüzden Kıbrıs’ın askeri üs olarak bir anlamı da kalmadı, fiyatı çok ucuzladı.
Bu şartlar altında ne Rumlara ne de başka bir tarafa elli sene önceki şartları ileri sürerek istediğinizi kabul ettiremezsiniz, çünkü kaybeden taraftasınız.
Bugün yapılması gereken tek şey vardır, BM’nin ve tüm tarafların da kabul ettiği federal devlet şartlarına ek olarak, kurucu devletlerin diğer devletlerle ekonomik ve savunma amaçlı anlaşma haklarını masada karşı tarafa kabul ettirmek, ancak bu şekilde Türk tarafı ile Türkiye savunma ve ekonomik ilişkilerini sağlıklı zeminde sürdürebilir.
Rum tarafı zaten ekonomik çıkarları doğrultusunda kendi kafasına göre İsrail, Mısır, Fransa, Rusya, Amerika gibi ülkelerle enerji bağlamında savunma ve ekonomik işbirliği anlaşmaları yapıyor, biz de aynısını Türkiye ile yapma şartını masaya sürersek kim hayır diyecek!!!
Devamı mı?
Yok, pes ettim, burada duralım.
Aslında devamına girmeden önce geride kalan ve burada yer sıkıntısından dolayı veremediğim birçok detay var, ama bizim editör bana yine kızacak, burada kesiyorum mecburen...
Ve sen kardeşim, bugüne kadar Kıbrıs’ üzerinde dönen dolaplardan bihaber olarak Ruma aklına estiği gibi laf yetiştiren, sözde röportaj yapayım derken çam üstüne çam deviren sen, ne olursun birazcık dersini çalış, sonra gereğini yap yapacaksan, tamam mı benim canım ciğerim kardeşim!!!...
Çünkü biz “ayrıldıkça”, “onlar” daha da kapanıyor, daha da güçleniyor, biz ise daha da zayıflıyoruz.
Ve bizim Cumhurbaşkanı...
Ne diyeyim, festivallerde börek çörek tatmaya devam, böyle iyi gidiyor, iyi!!!