Birinci kata çıkmak için yedinci kattaki asansörü çağırıp beklemek

Celal Özkızan

Türkiyeli şair ve yazar Enis Batur, Bu Kalem Un(Ufak) isimli deneme kitabında, “Türk genci”ni şöyle tanımlar : “Birinci kata çıkmak için, yedinci kattaki asansörü zemine çağırıp bekleyen kişi.

Bu “tanımı” okur okumaz, aklıma Kıbrıslı Türkler geldi, haliyle…

“Kıbrıslı Türkler”in, yani Kıbrıs’ın tarihinde bir “Kıbrıslı ulusunun” ortaya çıkmasının nesnel ve öznel zemininin nerdeyse tamamen ortadan kalktığı 1950’lerin ikinci yarısıyla birlikte bir “halk” olarak ortaya çıkmaya başlamış bu topluluğun tarihi, biraz da bu asansör hikayesinin tarihi gibidir…

Kıbrıslı Türk halkı, varolduğu andan itibaren varoluş sorunu yaşayan, yani varoluşunun kendisi bizzat bir varoluş sorununa yaslanan bir halk olagelmiştir…

Daha acıklısı ise, bu varoluş kaygısını örgütleyen ve buna önderlik eden kesimler, bu toplumsal ve gerçek kaygıyı ve mücadeleyi her zaman kendi kısmi çıkarlarına alet edip kendi sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmek yönünde uğraşan sağdan soldan işbirlikçi siyasetler ve Kıbrıslı Türk burjuvazisi olmuştur…

Bu kesimler, önce Britanya’ya “yes sir!” demişler, sonra Türkiye’ye “evet efendim!” demişler sonrasında bir süre Avrupa Birliği’ne “yes be annem” demişler, sonra dönüp dolaşıp tekrar “evet efendim”e varmışlardır…

Çünkü bu kesimler, Kıbrıslı Türk halkının çıkarlarını değil, kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarını dert etmişlerdir bugüne kadar : yani siyasi ve idari makamları elde edebilme (ve o makamlarda daha uzun süre kalabilme) ile daha çok kâr yapabilme çıkarlarını…

Öte yandan, halkın varoluş sorunu ise, dünyadaki diğer bütün halklarla eşit şartlarda ve koşullarda, özgürce, ve en önemlisi de, yaşadığı topraklar üzerinde söz, yetki, karar ve iktidar hakkını sonuna kadar kullanma kudretine sahip çıkarak var olma sorunuydu…

Yani aslında kendi gücüne en önce kendisinin sahip çıkması, en önce kendine olan özgüvenini kazanması ve en önemlisi de, yaşadığı topraklarda kendi iradesini hakim kılma mücadelesidir Kıbrıslı Türklerin vermesi gereken…

Ancak, gerek işbirlikçilerin on yıllar boyu sürdürdüğü siyasi hat, gerekse de Kıbrıslı Türk halkının içinden aktığı tarihsel-toplumsal zemin nedeniyle, işbirlikçilerin bu siyaseti, halkın geri kalan kesimlerine de çok güçlü bir biçimde sirayet etmeyi başarabilmiştir…

Bu da, varoluş mücadelesini kestirme yollardan giderek vermeye çalışmak, tutunacak yeni dallar aramak, ya da kötü bir durumdan çıkmak için, yine bize ait olmayan -ama mevcut durumdan daha iyi olduğunu varsaydığımız- başka bir durumun içine atlamak gibi yöntemleri zihinlerimizin derinlerine yerleştirmiştir…

Kendi özgücümüzün verdiği kuvvetle sorunlarla başetmek ve bu zorlu başediş süreci vesilesiyle de varolma kudretini kazanmak yerine, bize “büyük sıçralamar” yaptıracak “yeni kapıların” önünde umutla beklemişizdir hep…

Ancak “umut”, eğer kişinin kendine ve halkına olan inancına değil de dışsal şeylere yaslanan bir duygu haliyse, dünyanın en kötücül ruh haline dönüşebilir…

Öyle ya, hani o meşhur mitolojik hikayede, Pandora’nın Kutusu hikayesinde, kutunun içinde yeryüzündeki bütün kötülükler ve lanetler vardır; ve o lanetlerin ve kötülüklerin olduğu kutunun en dibinde de “umut” vardır…

“Çünkü”, der Nietzsche, “umut en büyük kötülüktür, çünkü acıyı uzatır”…

İşte Kıbrıslı Türk halkı, kendi gücüne yaslanmadığı ve “başka kapılarda umutla beklediği” bütün bu zamanlarda, hep “acısını uzatmıştır”…

Ve her acılı durumun içinde, o acıdan kurtulmak için, yeni bir kapıyı görür görmez, hemen sabırla o “yeni” kapının başına dikilmiş ve “yeni bir umutla” beklemeye koyulmuştur…

Ne yazık ki o yeni umut da, tıpkı eskiler gibi, kendi gücümüze yaslanan bir umut olmadığından, kısa bir süre sonra acıya dönüşmüştür…

***

Bu aralar “yeni bir kapımız” daha var : çözüm.

Devam etmeden belirtelim, Kıbrıslı Türk halkının varoluş mücadelesinin en önemli parçalarından biridir halkları kardeş ve birleşik bir Kıbrıs mücadelesi…

O yüzden de, barış ve çözüm mücadelesini elbette gündemden düşürme lüksü yok Kıbrıslı Türk halkının…

Ancak tek bir şartla !

Barış ve çözümü, “bizi içinde bulunduğumuz kötü halden” çıkaracak bir “kurtuluş” olarak görmemek kaydıyla…

Çünkü biz çözümü ve barışı, “tutunacak bir dal” olarak değil, kendi ellerimizle büyüteceğimiz bir ağacın en güzel meyvelerinden biri olarak görmeliyiz…

Çünkü biz, “kurtuluş” dediğimiz şeyin bize asla kimse tarafından hediye edilmeyeceğini biliyoruz…

Çünkü biz, bizim sayemizde varılmamış bir yerin hem asla bize ait olmayacağını, hem de birileri bizi bu yere çekip çıkarsın diye durup beklemenin, kendi tırmanma gücümüze harcamamız gereken enerjiyi bir karadelik gibi yutacağını biliyoruz…

Bugün ise, bir tarafta her zamanki gibi, sanki bu memlekete bir yararları dokunmuşçasına “milliyetçi” siyaset yürütüp, şoven ve ayrılıkçı bir dille toplumun huzurunu kaçıranlar; öte yanda ise, “kayıtsız şartsız çözüm, liderleri destekliyoruz, ortada belki somut bir metin ya da kesinleşmiş bir gelişme yok ama olsun, biz yine de çözümü her türlü destekliyoruz” diyenler…

Bu sebeple de, bizim artık hem  “ne olursa olsun kayıtsız şartsız çözüm istiyoruz” teslimiyetçiliğine, hem de bu topraklardaki çözüm ve barış kültürünü ve mücadelesini dinamitlemeye çalışan milliyetçi halk düşmanlığına karnımız tok…

İnanmayın siz, şöyle diyenlere : “iyi de, bundan başka yol yok”…

Var…

Hep beraber yaşadığımız bu apartmanda, ne kendi çıktığı kaçak katlar görünmesin diye apartmandaki karşı daireye karşı sürekli “milliyetçilik” taslayan ikiyüzlülere ne de apartmanın birinci katına dahi çıkma gücünü kazanmaya çalışmadan, apartmanın zemin katında bekleyip, “en tepedeki” asansörün gelip bizi alıp kurtarmasını bekleyenler…

 

Başka bir şey bizim istediğimiz, başka bir şey !