Sevdiğim bir mevsimdin
Yazın sıcağından sonra gelişinle
Kendime gelir, seninle dirilirdim.
Yağmur yağınca coşar,
Susayan toprak gibi
Ben de bayram ederdim.
Senin her yağışında eski günlere dalar
Doğduğum büyüdüğüm diyarları özlerdim.
Nostalji gelip takılırdı kalemimin ucuna
Cümleler dökülürdü bir bir, ardı ardına.
Ne oldu sana da
Değiştin son zamanlarda?
Kasırga oldun estin, yıktın, devirdin
Sağanak oldun yağdın, yolları bastın
Şelaleler misali dağları aştın
Sürükledin taşları yolları kestin
Korku saldın ruhlara, tedirgin ettin
Bunlar yetmezmiş gibi dört canı aldın
Gencecik fidanları toprağa gömdün
Onların hayallerini yarım bıraktın
Geriye kalanları mateme saldın.
Bunları sen mi yaptın ey sevdiğim kış?
Aşk olsun sana!…
Yine de yiyemem senin hakkını
Sana yükleyemem bütün vebali.
Kuralların vardı senin onlara uydun
Çareyi onlara uymakta buldun
Bilemedin vereceğin zararı
Ya da bildin de sonunda
İsyan mı ettin?
Yine de öğrenmen gereken bazı şeyler var
Onları da bil ki ona göre davran.
Bizde düzen çok da hak yok hukuk yok
Sosyal adaletten haberimiz yok
Başımıza ne gelse “eyvallah” deriz
Uzaktan kumandalı yönetimi dinleriz.
Mülayim bir toplumuz, hep sineye çekeriz
İki gün öfkelenir, sonra susar sineriz
Eskiye sünger çeker yenilerini bekleriz
Ekmeğimizi alsalar aç kalır ses etmeyiz
Sokaklara dökülüp hesap soracağımıza
Sesimizi çıkarmaz kabuğumuzda inleriz
Sonra da hasta olur yataklardan inmeyiz.
Doğanın nimetlerini hep hoyratça harcarız
Dağlarını yıkarız, derelerini tıkarız
Ağaçlarını keser, topraklarını soyar,
Onların yerlerine villacıklar yaparız
Sahillerinin üstüne lüks oteller kondurur
Denizlerini kirletir mikroplara sunarız.
Kaldırmayan toprağa gökdelenler dikeriz
Sonra da utanmadan suçu sana atarız.
Bütün hesaplarımız cebi doldurmak için
Düşünmeden yarını, günü kurtarmak için.
Hatırlı kişilere imar izni veririz
Kim daha çok verirse onu ihya ederiz.
Maksat çıkar olunca hak hukuk dinlemeyiz
Menfaatler uğruna dağı taşı deleriz
Vicdan nedir unutur, acımasız oluruz
Onurumuzu satar keseyi doldururuz.
Genç yaşta gidenlere biraz ağlar, üzülür
Üç gün, beş gün konuşur, sonra hemen unutur
Timsah gözyaşlarıyla halkı yine uyutur
Yayılır koltuklara keyfe dalarız
Sonra yine bildiğimiz hesapları yaparız.
Bu yüzden insafına kaldık
Ey sevgili KIŞ….
Dört seneyi aşkın bir zamandır Detay gazetesinde yazıyorum. Bugün geçmiş yazılarıma bir baktım da hayret ettim. Doğa hakkında ne kadar çok yazı yazmışım meğer... Bunun sebebi her ne kadar doğaya tutkun derecesinde hayran oluşumdan kaynaklansa da hepsinde ona saygılı olmak, onun kurallarına göre davranmak uyarıları da vardı. Benim naçizane yazılarım bir yana doğa hakkında gerek bilim adamlarının gerekse araştırmacıların ve yazarların kalemiyle sayısız yazılar yazılmış, uyarılar yapılmış; tv ekranlarında çokça program yayınlanmıştır. Ne acıdır ki biz insanlar hep “bu günün yumurtası yarının tavuğuna değer” zihniyetiyle ileride olabilecek zararlarımızı, kayıplarımızı düşünmeden günü kurtarmaya çalışıyor ve bunun sonucunu da çok pahalıya ödüyoruz. Hızla gelişen teknoloji, dünyadaki nüfus artışı ve modern yaşam tarzı doğaya faydadan çok zarar verse de ona en büyük zararı yine de insan veriyor.
Kontrolü büyük ülkelere göre çok kolay olan küçük bir adada yaşıyoruz. Olaylara müdahale etme şansımız yüksek ama nedense biz bunu beceremiyoruz. Hoş!.. Neyi becerdik ki!.. Biz kendi ayaklarımızın üstünde duramıyoruz işte… Başımıza gelen her felâkette de bunun idrakine varıyor; idare edilmeye muhtaç olduğumuzu anlıyor ve kahroluyoruz.Tamam.. Şanssız bir toplumuz bunu artık kabul etmek gerekir. Elden ele savrulup gidiyoruz ama en azından iç sorunlarımıza çare bulmayı bilelim. Eskiden böyle değildik biz. En kötü savaş yıllarında bile dayanışma, işbirliği, empati, hak yememe gibi güzel hasletlerimiz vardı. Toplum olarak neden böyle yozlaştık, bozulduk ve dağıldık?. Sebep belki savaştan sonra güzel günler beklerken hayal sukûtuna uğramamızdı. Her ne olursa olsun yaşıyorsak umutlarımızı tüketmeden yaşamalıyız.Oysa biz yapılan haksızlıklara boyun eğiyoruz, dıştan gelen emirleri beğenmesek de itiraz edemiyor, varlık gösteremiyoruz. Çıkar uğruna iş bilmeyenleri baş tacı yapıyor, hak edenleri geriye itiyoruz. Yazacak, söyleyecek çok şey var da onu yukarıdaki şiirime bırakayım, derdini o söylesin. Ben kısaca “Bu ada iyi yönetilmiyor” diyeyim. Yönetilmek ne kelime bu adayı “yöneten var mı” diye sorayım ve durumu yatıştırmak için rahmetli babamın anlattığı gerçek bir hikâyeyi anlatayım.
*******
Bir varmış bir yokmuş… Babamın anlattığına göre sanırım 1930 lu yıllarmış. O zamanlar da havalar kışın şimdiki gibi soğuk ve çok yağmurluymuş . Dereler dolar ama taşmazmış. Köprüler çok eski olmasına rağmen yıkılmazmış . Bizim evlerimiz Uçurum Mahallesinin altındaki Bahçeler semtiymiş. Yani eğimli bir yermiş ve oralarda yollar da asfalt değil toprakmış ama bizim mahalleyi seller hiç basmazmış. O zamanlar Kıbrıs İngiliz idaresindeymiş. Yine öyle yağmurlu, selli bir gün babam eve ağlayarak gelmiş çünkü o zamana kadar hiç olmayan bir şey olmuş ve onu çok üzmüş. Onun çok sevdiği arkadaşı o zamanların çok değerli insanı avukat Süleyman Şevket bir arkadaşıyla Lefkoşa’dan Baf’a dönerken bir köprünün yıkılması neticesinde arabasıyla sele kapılmış ve hayatını kaybetmiş.( sanırım yıl 1938)
Babam bu olayı her anlatışında gözleri dolardı. Yitirdiği arkadaşını o kadar severmiş ki o yıl doğan oğluna, yani abime Süleyman Şevket adını vermiş. Aradan yıllar geçti ama o olay ve genç avukat hâlâ unutulmadı. Çünkü ondan sonra sel yüzünden ölümle neticelenen bir olay olmadı. Ta ki 80 yıl sonra Lefkoşa- Girne yolunda olana kadar…