Karanlık Çağ da denilen Orta Çağ’da Avrupa resmen papazların ve kilisenin hegemonyası altındaydı.
Papazlar ve rahipler kralları bile parmaklarının ucunda oynatıyorlardı, millete envai tür Tanrı korkusu veriyorlar, kendilerini Tanrı yerine koyuyorlar ve bütün Avrupa’nın anasından emdiği sütü burnundan getiriyorlardı.
Kendilerine en ufak bir şekilde baş kaldıran biri olursa, anında ya cayır cayır yaktırıyorlar, ya da kafasını kestiriyorlar, katırlara çektirerek kollarını bacaklarını parçalatıyorlardı.
Sonra işi geliştirdiler, binbir türlü işkence aleti de icat ettiler, insanları bu işkence aletlerini kullanarak paramparça ettiler.
Bütün bu alçaklığı ve vahşeti sözde din uğruna yaptılar, insanları ve ülkeleri maddi ve manevi olarak iliklerine kadar sömürdüler.
Sonra, birdenbire, pislikten ve cehaletten kaynaklanan bir bela tüm Avrupa’yı kasıp kavurdu.
Dindar ve kindar kesim Avrupa’yı sömürürken, soyup soğana çevirirken, insanları Tanrı adına paramparça ederken, lağımlarda fareler ürüyordu ve kiliseler dahil, herkese kucak kucağa yaşıyorlardı.
Açlıktan, sefaletten kırılan halk yiyecek birşey bulamadığında fare de yiyordu.
Nihayetinde, veba tüm Avrupa’yı sardı, bütün Avrupalıların din, dil, ırk, cinsiyet, mevki demeden anasını ağlattı, ortalığı kırdı geçirdi.
Tabi ki papazlar da sürüne sürüne cehennemin en dibini boyladı, ya cesetleri cayır cayır yakıldı, ya da isimsiz çukurlara, toplu mezarlara dolduruldu.
Halklar papazlardan Tanrı’ya yalvarmaları ve kendilerini bu beladan kurtarmaları için yardım istedi, ama papazlar, kelin ilacı olsa kendi kafasına sürer misali, kiliselerintüm kapılarını halka, yani “günahkarlara” karşı kapattı ve kendileri için Tanrı’ya yalvarmaya başladı.
Ancak veba sinsi sinsi onlara kadar ulaştı, bulaştı ve canlarına okudu, sürüm sürüterek onları da öldürdü.
Papazlar baktılar işin altından kalkamıyorlar, dediler ki “Bu Tanrı’nın bir vergisidir, inançsızlara verdiği bir cezadır, Tanrı’ya ve inananlarına karşı gelmenin cezasını çekiyorsunuz ey gafiller!!!”
Kafası çalışan ama normal zamanda kafasını kaldırdığında kafası uçurulan aydınlar da fırsatı kaçırmadılar, “Madem öyle, siz çok inançlı beyfendileri Tanrı ne halt etmeye korumuyor da topunuzu birden gebertiyor, demek ki sizin Tanrınız bir iyilik Tanrısı değil, bir kötülük tanrısıdır ve hiç kimseye ayırım yapmıyor, herkesi beraber cezalandırıyor, demek ki siz de bugüne kadar yalan söylediniz, yalanlarınızla kesenizi doldurdunuz, servetinize servet kattınız, halkı boş yere sömürdünüz, halka boş yere korku verdiniz, halkı kendi rantınız ve saltanatınız uğruna boş yere katlettiniz, şimdi biz sizden hesap soracağız” deyiverdiler.
Tabi kralla ve toprak ağaları da bu fırsatı kaçırmadılar ve veba salgınını kullanarak papazları kiliselerine kapattılar, dirençlerini ve güçlerini olabildiğince kırdılar.
Ancak bu yeterli olmadı, cahil halk sürüleri, saplantılarıyla Kilise’nin arkasından koşturdu, pislikten kaynaklanan bir mikropla Kilise tam yerle bir olacakken, cahil halk sürülerinin sayesinde ayakta kalabildi ve bugünlere kadar da gelebildi…
Amma ve lakin, Kilise’nin durumu beşyüz sene, bin sene öncekinden farklı değil, direnci kırılmış olmasına rağmen hala etkindir.
Nitekim, hangi açıdan bakarsanız bakın, ister laboratuar ürünü isterse pislikten, abuk subuk yeme alışkanlıklarından kaynaklandı deyin, sonuçta tamamen insan ürünü olan Corona piyasaya çıktığı zaman ilk deliğine saklananlardan bir tanesi Papa olmuştur ve ancak, sokaklar tamamen insandan arıldırıldıktan sonra koruma görevlileriyle birlikte Vatikan sokaklarına çıkıp virüsün defolması ve Tanrı’nın insanlığı koruması için bol bol katakulli okumuştur.
Pisliği yaratan sorumsuz, vicdansız, bencil, haysiyetsiz insanoğlu denen mahlukat, kendi yarattığı pislikten bu mahlukatı koruması için de yardımı istenen Tanrı!
İsteyen de din bezirganları, din sömürgenleri!
Elini bile yıkamasını bilmeyen bu mahlukatın başına gelenler, kendi başına ördüğü çoraplar sanki Tanrı’nın çok da umurundaydı!...
Dikkat edin!
Gelişmemiş ve Türkiye dahil, yarı gelişmiş ülkelerde bile halen bu durum geçerli.
Katakulli okuyarak, Tanrı’yı sömürerek, halen martaval okumaya devam ediyorlar.
İnsanoğlu ilahi inanç konusunda o kadar yozlaşmış ve kokuşmuş ki, beynini bit beyni kadar bile çalıştıramıyor, “bize birşey olmaz abi, biz namazında niyazında Müslümanız, abdestimizi alıyoruz, ne virüsü abi, Allah bizi korur” diyorlar, “Bak Mekke’de, Kabe’de bile, kutsal mekanlarda bile, bu virüse yakalananlar var, bu nasıl olacak” diyorsun, cevap olarak alık alık suratına bakıyorlar…
Cehalete laf anlatamıyorsun, çünkü bu çağda halen elini yıkamasını bile öğrenememiş ama abdest aldığında, ayağını, kulağının arkasını yıkadığında, ağzını çalkaladığında kurtulacağını sanan, insanoğlunun yarattığı bir pisliğin, bir virüsün Allah ile alakası olmadığını zerre zırnık anlayamayan zırcahilin zırcehaleti ta Karanlık Çağlar döneminden geliyor, ve çok da köklü geliyor.
Bugün Türkiye’de din işlerinden sorumlu Diyanet’in bütçesi, sağlık, savunma, eğitim, ulaştırma gibi temel hizmetlerin bütçelerini kat be kat katlıyor ve gelinen günde Karanlık Çağlar’da Kilise’nin düştüğü durumdan halen ders almış değiller.
Günün sonunda, insanoğlu denen mahlukatın elinden çıkmış bir virüs, camileri, kiliseleri yeniden kapattırdı, şak diye Tanrı ile onun adını sömürerek saltanat süren kulları arasına giriverdi, bırakın abdest almayı, millete ellerini yıkamayı bile bilmediklerini gösterdi, ellerini yıkamayı öğretti, bir taraftan dindar geçinirken diğer taraftan bencillikte sınır tanımayanlara, kul hakkı yiyerek saltanat sürenlere, komşusu açken kendi tok yatanlara, burunlarının dibinde el alemin çocuğu kıtır kıtır boğulurken, bombalarla paramparça edilirken sessiz sedasız seyredenlere, timsah gözyaşları dökenlere dünyanın kaç bucak olduğunu gösterdi, din sömürüsü yapan insanlık düşmanı kindar mahlukatları bilimin kapılarına muhtaç etti, bilimden medet umar hale getirdi, o kadar ki, bu mahlukatlar anında Tanrı’yı unuttular ve “çabuk bize ilaç bulun, aşı bulun da bizi kurtarın” moduna girdiler…
Ancak arada da yine “görevlerini” unutmadılar, günahlarından bir nebze de olsa arınma ve Allah’ın adını sömürme adına, “Allah isterse çaresi bulunur” demekten geri kalmadılar.
Tıpkı Karanlık Çağlar Avrupası’nda olduğu gibi, bugün de aynı hikaye tekrarlanıyor, tarih tekerrür ediyor.
Belayı yaratan insanoğlu denen mahlukat, çareyi bulması istenen de Allah!
Allah’ın hiç işi gücü yok da günahsız çocuklar katledilirken seyirci kalan, timsah gözyaşları döken, komşusu açken tok yatan, doğmamış yetimin rızkını hiç gocunmadan çalan sizin gibi mahlukatlar için mi uğraşacak!!!
Baksanıza, kirli ruhlarınızı temizlemek için sabah akşam uğradığınız kutsal mekanların kapılarını bile kapatarak sizi kapı dışarı etti bile…
Size diyor ki, “Yeter beni sömürdüğünüz ey mahlukatlar, beni sömürmeyi bırakın, gidin başınızın çaresine benim evimin dışında bakın, önce kendi yarattığınız belayı temizlemenin yolunu kendiniz bulun, temizlenin, paklanın, elinizi yıkamayı öğrenin, insan gibi yaşamayı öğrenin, başınızın çaresini bulana ve dersinizi alana kadar da kapımdan içeri girmeyin!!!”…
Daha ne desin!!!
……………………………………………………….
Gelelim bizim hükümetin icraatlarına…
UBP ve HP ile genel olarak bugüne kadar yıldızımın barışmadığını herhalde benim satırlarımı okuyan herkes bilir.
Ancak, kabul etmek gerekir ki, Corona krizi başladı başlayalı izledikleri siyaset ve yaptıkları en azından yapılması gerekenlerdir, mevcut şartlarda kötünün iyisidir, hatta fazlasıyla eksik biledir.
Bu süreçte Başbakan Ersin Tatar resmen bombardımana tutuldu, günah keçisi ilan edildi.
45 yıllık kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün üzerine bir de bu felaket gelince ve Tatar bu felaketi kucağında bulunca, okkanın altına ister istemez girdi ve rüyasında bile görmeyeceği bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya geldi, biraz milleti elini taşın altına koymaları için zorlayınca, duymadığı sövme kalmadı.
Demek ki neymiş mesele, alışmış kudurmuştan betermiş ve virüs mirüs, hatta kendisinden daha tehlikeli virüs tanmıyormuş.
Hükümetin aldığı tedbirlerin yeterli olduğunu kimse iddia edemez, ancak yine de kötünün iyisini şu ana kadar yaptılar.
Daha iyisini yapabilirler miydi, elbette yapabilirlerdi.
Onlarca sene memleketin kaymağını yiyen ve şimdilerde nolacak bizim halimiz diye yüzsüzce bağıran sermaye babalarının gırtlağını sıkıp, bugüne kadar aldıklarını geri almak için kolları sıvayabilirlerdi.
Rezalete baksanıza, herbiri Merkez Bankası’ndan daha fazla para basan kumarhaneler bile, hani şu seçimlerde şuna buna bu kadar yardım yaptık diye siyasilerle olan ilişkilerini hiç gocunmadan açıklayan kumarhane patronları bile, battık bittik edasında…
Neymiş efendim, devlete yıllık 100 milyon dolarcık vergi veriyorlarmış, 600 milyon dolarcık da artçıl katkıları varmış…
Virüsten ölen var ama palavradan bugüne kadar kim ölmüş!
Devlete kumarhaneler 700 milyon dolar katkı yapıyorlarsa, bu para bugünün TL karşılığı olarak eder 4 milyar 480 milyon lira, ve KKTC bütçesinin üçte ikisi!
Hani nerde bu para???
Memleketteki otuz cıvarındaki kumarhanenin bir yılda kaç milyar dolar bastığını bilen var mı?
Yok!
Sadece bazılarının haftada 30 milyon dolarlara kadar çıkan kazançlar elde ettiğini iddia eden bilgiler var, ki bu da, bütün Doğu Akdeniz coğrafyasının kumar merkezinin KKTC olduğu düşünüldüğünde, ve keza, buralara giren çıkan paranın kaynağının kontrolü de yapılmadığından, tamamen inanılır bir bilgidir.
Kısacası, bizim kumarhaneler milyarlarca dolarla oynarken bugün battık bittik edebiyatı yapıyorlar ve hükümet de seyrediyor!!!
Dünyanın kumar merkezi olan diğer yerlerinde devletler kurdukları mali sistemler sayesinde kumarhanelere giren çıkan her kuruşu takip ediyorlar ve kazançlarının yüzde yetmişlere varan oranda büyük bölümüne el koyuyorlar, bu kaynakları eğitime, sağlığa, bilime, ulaştırmaya, savunmaya harcıyorlar…
Evet ya, mesela Amerikan bütçesinin hatırı sayılır bir kısmı Las Vegas kumarhanelerinden gelir!
Her gece Las Vegas kumarhanelerinden devlet bütçesine yüzlerce milyon dolar, hatta milyarlarca dolar para akar!
Bizimkilerin ise kazandığı parayı ne yaptıklarını bilen var mı!!!
Yok!
Yoksa, İsviçre bankalarını, Cayman adalarını bir yoklasak mı!!!
Bir tek hafızalarda kalan seçimlerde siyasilere bu kadar şu kadar yardım yaptık (rüşvetin kibarcası) hikayeleri var!
Bir de bol keseden aldıkları teşvikler ve ortadan kaldırılan milyonlarca dolarlık elektrik borçları!
Hade şimdi devir değişti, bu kez hükümet de bunlara bir sağlam ortak olsun bakayım.
Madem normal zamanda para basan işletmeler olağan üstü bir durumda devletin gelirlerine ortak olmayı kendilerine hak biliyorlar, devlet de hemen karşılığını versin, önce sizden başlayalım desin, gelirlerinin yüzde seksenine el koysun, yine battık bittik edebiyatı okurlarsa, kumarhanelere ve otellere de devlet el koysun, devlet kendi işletsin, gelirin de yüzde yirmisini o beyfendilere versin, onlara fazlasıyla yeter, sadece yüzde yirmicikle bile Kıbrıs’ı on defa satın alırlar…
Devlet devletse, her türlü güç ve yetki de elindedir ve olağan üstü durumlarda sonuna kadar da bu yetki ve gücü kullanmalıdır.
İş insanı Halil Falyalı’nın bir açıklamasını okuyunca gözlerime inanamadım,bildiğim ama eksik bildiğim bazı detayları biraz daha araştırınca feleğim şaştı.
Falyalı diyor ki, üzerine otel inşa edilen ve devlete ait arazinin değeri 150 milyon dolar, otelin de değeri 150 milyon dolar, 150 milyon dolarlık otelin devlete ödediği kira ise (yıllık) 20 bin dolar!!! 150 milyon dolarlık oteli yapan yılda kira bedeli olarak da 5 milyon, 7 milyon doları ödemelidir! Devlet gerçek değerler üzerinde kira alırsa, ekonomik sıkıntılar büyük oranda ortadan kalkar!
Daha ne desin.
Eğer durum buysa, ki gerçekten durum budur, bunun adı resmen peşkeştir!
Tanınmayan bir ülkede 150 milyon dolarlık arazinin üzerine 150 milyon dolarlık otel kurulacak, kumarhaneleri darphane gibi çalışarak para basacak, ama devlete gelen gelir devede bit kadar bile olmayacak, ve “yerli” bir iş insanı çıkıp kral çıplak diyecek, ötekiler de sus pus, sinip kalacaklar, sin da gülle geçsin moduna girecekler!
Diğer taraftan da eğitimin, sağlığın, ulaştırman, sosyal güvenliğin, polisin, mahkemelerin, adalet sistemin tel tel dökülecek, ahlar vahlar hiç eksik olmayacak, bir de üstüne üstlük virüs belası tepemize binecek.
Vay be!
Sen neymişsin KKTC devleti, siz neymişsiniz KKTC hükümetçikleri!
Hade be Korona, gitse de zoruna, göreyim seni, hizaya getir bunların hepsini.
……………………………………………
Gelelim bu virüs rezaleti daha bize ulaşmadığında, yeni yeni başladığında “Derhal bütün kapılar kapansın, ülkeye giriş-çıkış çok zaruri olmadıkça olmasın, ülkeye sadece gıda ve acil ihtiyaç malzemeleri gelsin, varsın önümüzü görene kadar birkaç ayı içimize kapanık geçirelim, en azından günlük hayatımıza normal şekilde, bir tehdit olmadan devam edelim, zaten 2000’li yıllara kadar böyle yaşadık, varsın birkaç ay daha yaşarız” demiştim, başta memleketin hızlı solcusu geçinen bazı arkadaşlar bana hadlerini de aşarak çıkışmışlar ve “Senin bu düşüncen faşizan zihniyetidir, ne demek kapıları kapatmak” demişlerdi, ben de beyinlerinin fazlasıyla kıt olduğunu tüm açıklığıyla görünce defterlerini kapamıştım…
Şimdilerde ise bendeniz faşistten misliyle daha fena faşist oldular, hükümeti zamanında yeterli ve gerekli önlemleri almamakla suçluyorlar, bas bas bağırıyorlar…
A be dostlar, bu tür virüscükler sizin gibi fırıldaklıkta sınır tanımayan, sıkıyı görünce virüsten daha tehlikeli olabilen kıt beyinlileri çok sever, hala anlamadınız mı, aman sevdanız göze gelmesin, Allah sizi birbirinize bağışlasın…
Ve UBP-DP hükümeti, korkularınızı bir tarafa bırakın ve yapmanız gerekenleri en sert tedbirleri alarak yapın, bugüne kadar devletin ensesinde boza pişirenleri, devlet tenceresinden yiyenleri, bu kez tencerenin içine siz koyun, yoksa günün sonunda tencerenin içine konan siz olacaksınız ve fena halde haşlanacaksınız.
Bugüne kadar devletin ensesinden küpünü dolduranların küpüne ya ortak olursunuz, ya da oldukça uzun süreceği belli olan bu zorlu sürecin sonunda küpe girersiniz, küple birlikte gömülürsünüz.
Bu kadar basit.