Babası tarafından tecavüz edilerek ve başı ezilerek öldürülen küçük Mustafacığı koruyamadığımız için günahları henüz boynumuzda takılıyken, trafikte manyaklar tarafından katledilen onlarca çocuğumuzun, cinsel istismar mağduru sayısız çocuğumuzun günahları boynumuzda asılıyken, cinnet geçiren annesi tarafından katledilen küçük Ercan’ın da günahı boynumuza asılanlara eklendi…
Nerdeyse her santimi kanla yoğrulmuş bu lanetli adada katledilen masum insanlara her geçen gün bir yenisi ekleniyor.
Belli ki bu lanetli ada açık hava tımarhanesi modundan da çıktı, bir cinnet cehennemine dönüştü.
Eğer bu devlet müsveddesi adam gibi bir devlet olsaydı boşanma aşamasında olan bir çiftin çocuğu veya çocukları sürekli olarak sosyal hizmetlerin uzmanlarının gözetimi altında olurdu.
Ama nerde, bu konuyla ilgilenecek dairenin ofislerini açacak kadar bile memuru yok.
Çağdaş yasalarla yönetilen AB devletlerinin en ıskartasında eğer bir çift boşanma aşamasındaysa ve çocukları varsa, sosyal hizmet görevlileri anında kapıdadırlar ve ilk önce çocukların yaşam standartlarını görmek isterler, dolayısıyla da aileyi de tepeden tırnağa inceleme altına alırlar, çocuklara en ufak bir zarar gelmesini engellerler, aileye de devlet gücünü hissettirirler.
Bizde ise, uyuşturucu kullanımının okullara kadar indiği bir düzende, yapacak iş kalmamış gibi, Hababam Sınıfı’ndan farksız olan devletin Meclisi’nde oturan zat-ı muhteremlerden bazıları gannavurinin, esrarın yasallaştırılması peşinde koşturuyor, diğerleri de seyrediyor, gık demiyor.
Memleketteki kafası üşütük manyak sayısı az gelmiş olacak ki artması lazım!
Ne yazık ki bu ülkeyi, bu toplumu kendi çıkar ve rant çarklarını kollamak, korumak için böylesine ahlaksızlaştıran, böylesine yozlaştıran, böylesine rezil bir hale getirenlerin hiçbiri bedel ödemiyor da onların yarattığı bu iğrenç düzende hiçbir şeyden haberi olmayan çocuklar ve isyanları oynasalar da toplumun genelinin basireti bağlandığı için eli kolu bağlı oturmak zorunda kalan masumlar ödüyor, hem de canlarıyla ödüyor…
Ve yine ne yazık ki diyeceğim, Kıbrıs Türkü denen güruh cinnet cehennemine dönüşen bu adada kaybettiğimiz masum insanlarımızın ardından sadece anlık timsah gözyaşları dökmekle yetiniyor, giden gidiyor…
…………………………
Bir başka cinnet cehennemi…
Tarikatların, cemaatlerin, terör örgütlerinin fır döndüğü, ekonominin tamamen battığı, parasının zibil olduğu, sağda solda para dilenmeye başladığı, çatır çatır karşılıksız para bastığı, adalet sisteminin çöktüğü, eğitim sisteminin tarikatların, cemaatlerin esiri olduğu bir zamanda, OHAL şartları altında, halkının büyük bölümünün cinnet geçirdiği veya geçirme seviyesine geldiği, seviyesi de beklenildiği gibi gayet düşük bir üslupla Türkiye bir erken genel seçime gidiyor…
AKP öncesinde de bu şartlar var mıydı, yoksa tüm bunlar AKP zamanında mı oldu?
Sorulması gereken soru bu!
Elbette yukarda bahsedilen sömürü düzeni ve aktörleri AKP’den önce de vardılar, hatta ve hatta, AKP’yi onların birleştirdiği ve olgunlaştırdığı birikimler, şartlar ve o şartların bileşenleri yarattı desek, yanlış olmaz.
AKP’nin en büyük hatası, kendisini yaratan ve besleyen düzenin ilelebet süreceği yanılgısına düşmek oldu.
Eğer AKP kendisini yaratan şartlara uyacağına, yaratıldıktan sonra kendisine şartları belirleyici bir rol biçseydi ve tüm Türkiye’yi ve devleti ele geçirmişken tüm kesimlerin ekonomik refahına önceliği verseydi, cemaatlerin ve tarikatların din istismarına ve ABD’nin bölgedeki emperyalist politikalarına izin vermeseydi, bugün iş başka olurdu.
Ancak bugün dünyanın en önemli ülkelerinden biri olan Türkiye’nin AKP iktidarı dönemine kadar biriken ve AKP iktidarı sonrasında katmerlenerek yapılan zincirleme hatalar sebebiyle maddi ve manevi yönden tam bir çöküntü içine girdiğini, hatta ve hatta, Cumhuriyet tarihinde yaşadığı en büyük maddi ve manevi krizlerden birine girdiğini görüyoruz.
Ordunun, eğitim sisteminin, sağlık sisteminin, adalet sisteminin, sosyal yaşamın, ekonominin, siyaset sisteminin fazlasıyla derinden etkilendiği bu krizde hiçbir şeyden etkilenmeden, zarar görmeden ayakta kalabilen tek yapı, cemaatler, tarikatlar ve aşiretlerin oluşturduğu ve yeri geldiğinde ayaklarının dibine oturttukları ve kendilerine biat ettirdikleri siyasetle işbirliği yaparak Türkiye’nin kanını emen sömürgen yapıdır.
21. yüzyılın Türkiyesi için en büyük tehdit bunlardır ve kökleri bir daha türememek üzere kazınmadıkça Türkiye hayır yüzü görmeyecektir.
Bu yapı duygu sömürüsünden, cahillikten ve ranttan beslenmektedir ve 24 Haziran’daki seçim sonrasında bir rejim değişikliği durumunda üzerlerine gidilirse tam anlamıyla kuduracaklar ve kan dökmekten çekinmeyeceklerdir.
Işte bu yüzden olası bir rejim ve hükümet değişikliği durumunda, ilk yapılması gereken şey bunların can damarlarını oluşturan finans kaynaklarına el koymak ve elebaşlarını yargının karşısına çıkarmak, ahtapotların kafalarını koparmaktır…
……………………
Gelelim eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamalarına.
Kendisini hep değerli bir asker olarak gördüm, göz göre göre gelen Fetöş cemaati darbesinin önünü açmak için “öncü kuvvetlerin” darbe öncesinde orduyu ve Atatürkçü subayları hedef alan hazırlıklarda yapılan kumpaslarla da hem kendisinin hem de birçok subayın nasıl mağdur olduğunu, Türk ordusunun prestijinin nasıl yerle bir edildiğini de yüreğimiz kan ağlayarak gördük.
Ancak ve ancak, belli ki İlker Başbuğ komutanımızın Kıbrıs’la ilgili tarih bilgisi pek sınırlı, ya da hiç yok!
Garanti anlaşmalarıyla ilgili olarak KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın söz söyleme hakkı olmadığını, sadece üç garantör ülkenin söz söyleme hakkı olduğunu sanıyor.
İşte Türkiye’yi tam anlamıyla bir batağa sürükleyen ve Kıbrıs’ı da Türkiye açısından bir hezimet çukuruna döndüren bu kıt anlayış ve bilgidir.
1974 sonrasında Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulduğu anda Yunanistan, İngiltere ve Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti garantörlüğünün kapsama alanında Kıbrıs Cumhuriyeti’ni temsilen sadece Rum tarafı kalmıştır, o da şu anda Türkiye’nin garantörlüğünü istememektedir ve mevcut şartlarda Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “zoraki bekçisi” pozisyonunu sürdüremez.
Yapılacak tek şey yasalarda yıldırım hızıyla bir değişiklik yapmak, KKTC’yi lağvetmek, yerine Kıbrıs Türk Devleti’ni kurmak, kısa vadede de başkanlık sistemini getirmek, Kıbrıs Türk Devleti kurulur kurulmaz da Türkiye ile bir askeri işbirliği ve savunma anlaşması yapmaktır.
Kaldı ki, bu anlaşmanın yapılması için de ille de system veya isim değişikliğine de ihtiyaç yoktur, hemen de yapılabilir.
Rum tarafı Garanti anlaşmasını bypass etmek için zaten İsrail, Rusya, Fransa, Mısır ve ABD ile irili ufaklı askeri işbirliği ve savunma anlaşmaları yapmıştır, o yüzden bizim de Türkiye ile ek bir askeri işbirliği ve savunma anlaşması yapmamıza engel teşkil eden hiçbir şey yoktur.
Şimdi gelelim işin püf noktasına, çarkın tıkandığı ve Sn. Başbuğ’un göremediği noktalara…
Bırakalım 1878’de Osmanlı tarafından İngiliz’e resmen satıldığımızı, 1914’de terk edildiğimizi, 1960’da “kulpuna uydurulduğumuzu”, gelelim esas vurucu noktaya: Türkiye tek taraflı müdahale hakkını elde edebilmek için 4 Mart 1964’de 186 sayılı BM kararına imza attı ve Rum’u Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi temsilcisi olarak tanıdı, bizi de isyancı koltuğuna oturttu, yani bizi resmen sattı, çünkü o dönemin İngiltere, ABD, Rusya gibi ilahları böyle istedi!!!
1967’de Yunanistan’da darbe yapan ve arkasından da Kıbrıs’a dalan Albaylar Cuntası’nın maskarası oldu, bir vuruşta Ege’deki 12 Adaları alamadı, Kıbrıs’ı da uzun bir süre bu heriflerin eline bıraktı, ta ki Ortadoğu bölgesinin kaynayan kazanında Albayların Rusya ile yakınlaşmasına ve Albaycıklara karşı ABD’nin öfkesi kabarana kadar…
Ne zaman ki Albaycıklar tayfası yanlış ata oynadı, o zaman ABD’nin öfkesi kabardı ve bunları Kıbrıs’tan dışarı çıkardı.
Arkasından, Watergate skandalının artçı depremi ve tam bir tezgah olan 1974 darbesi yaşandı, arkasından da Türkiye’nin şımarık Albaycıkların girişimine karşı beklenen müdahalesi geldi.
Türkiye fırsatı eline geçirmişken Kıbrıs’ta düzeni teşkil edip de istediği gibi bir düzen için aktif rol üstleneceğine, ABD’nin istediği doğrultuda çakıldı kaldı.
Aradan zaman geçti, Rum tarafı AB’ye girmek istedi, Türkiye AB Gümrük Birliği’ne girebilmek için izin verdi, Kıbrıs Türkü’nü bir daha sattı…
BM Güvenlik Konseyi Kıbrıs Türk Devleti’nin asla tanınmaması ve Rum tarafının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tek temsilcisi olarak kalması için 540 ve 541 sayılı kararları alırken Türkiye yan geldi yattı, gözlerini, kulaklarını ve ağzını tıkadı, Kıbrıs Türkünü bir daha satışa getirdi…
Bu süreçte, Türkiye ve Kıbrıs Cumhuriyeti adına Rum tarafı ta 1960’dan beridir siyasi, ekonomik, sportif, kültürel faaliyetlerini duruma göre artan veya azalan oranlarda sürdürmekte, kısacası gündüz kavga edip, gece ise hırsızlığa beraber çıkmaktadır.
Bu noktada, Sn. Başbuğ’un başımızın üstünde yeri var, amma ve lakin, kaş yapayım derken göz çıkarmaması ve dersini iyi çalışması kaydıyle…
Ha, bu arada, ekleyelim, Kıbrıs Türk tarafı kurucu ortak olarak en az Türkiye kadar Garanti anlaşmalarında söz sahibidir, hatırlatalım.
Amma ve lakin, derseniz ki Türk tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti’nden koptu ve o hakkını da otomatikman kaybetti, haklısınız derim, ama o zaman da demektir ki Türkiye sadece Rumun garantörü pozisyonundadır ve Rum da “hade yallah, senin zoraki bekçiliğini istemiyorum” dediği anda iş biter…
Rum bunu zaten dedi de…
Kısacası, Türkiye yaptıklarıyla hem bizim hem de kendi ayağına defalarca kurşun sıktı ve uluslar arası diplomasi lafazanlıktan, zorbalıktan anlamaz, hukuğun ve diplomasinin inceliklerinden anlar…
Bilmem anlatabildim mi!