Cuma akşamı saat 20 civarı bir mesaj aldım.
Yazan genç bir anneydi.
Öfkesini, korkusunu ve çaresizliğini dile getirmişti.
Nasıl öfkelenmesin ya da çaresizliğe kapılmasın, söz konusu olan çocuğuydu ve ne yapacağını bilmiyordu.
Zira ilkokul üçüncü sınıfta olan çocuğu, okuldan eve gelmek için otobüse binmiş ve otobüs sürücüsü, daha çocuk inmeden sorumsuzca kapıyı kapatıp çocuğun kolunun kırılmasına neden olmuştu.
Bununla da kalmayıp, çocuğu öylece bırakıp yoluna devam etmiş.
Oysa ki bu yaştaki çocukları taşıyan toplu taşımalarda, refakatçi bulunması gerekiyor.
Ama ne yazık ki, öğrencileri taşıyan araçların çoğunda refakatçi olmadığı gibi, bir sonraki sefere yetişmek isteyen araç sürücüleri, adeta çocukları yollarda paket gibi fırlatıp, alelacele yollarına devam ediyorlar.
Kaç kez ana yol üzerinde çocuk indirildiğine ve minicik çocukların, kendilerinden daha ağır olan çantalarıyla tehlikeli bir şekilde koşarak yolun karşı tarafına geçmesine tanık oldum.
Ancak ne yazık ki, bir çocuğumuzun başına talihsiz bir kaza gelmeden, durumun vahametini anlayamıyoruz.
Hiçbir denetim yok.
Denetim olmadığı gibi caydırıcı bir yaptırımda yok.
Misal, Cuma günü yaşanan olayda, çocuğunu o halde gören aile, kolu ezilen ve kırılan çocuğu önce Cengiz Topel hastanesine, oradan da Dr. Burhan Nalbantoğlu hastanesine götürüyor.
Tabi ki hastanede gereken müdahaleler yapılıp, çocuğun kolu alçıya alınmış ve olay Hastane polisine intikal ettirilmiş olsa da, genç anne olayı gerekli mercilere taşımak için ilgili doktordan konuyla ilgili rapor istiyor.
Ancak doktor kendisine böyle bir raporu veremeyeceğini, hastane polisine verebileceğini söylüyor.
Bunun üzerine anne konuyu bana yazınca, ben de Sn. Bülent Dizdarlı ile görüştüm.
Ne yazık ki, her zamanki işleri zorlaştıran prosedür böyleymiş.
Ama sağ olsun Sn. Dizdarlı konuyla her zamanki duyarlılığıyla ilgilendi ve çözüm buldu.
Neyse sözü fazla uzatmayayım.
Hastaneden çıkıp polis karakoluna giden anne, ikinci şokunu da orada yaşıyor.
Önce adli şubeye giden aile, trafik şubesine yönlendiriliyor, orada ise kendilerine, “eğer trafikte bu aracı görürsek ve içerisinde refakatçı olmadığını tespit edersek ceza yazarız” diyerek aileyi gönderiyor.
Şimdi sorarım size, böyle bir sistemsizlik içerisinde çocuklarımızın güvenliği var mı?
Milli Eğitim Bakanlığı, taşıma ücreti olarak dünya para ödediği bu araçları ve kullanıcılarını denetliyor mu?
Küçük çocukları taşıyan araçlarda refakatçi olması gerekmiyor mu?
Çocukların araçlara inişleri, binişleri esnasında ve araç içerisindeyken güvenliklerini sağlamak kimin görevi?
Herhangi bir çocuğun başına bir şey gelse bunun sorumluluğu kime ait?
Bırakın sorumluluğu, bir evladın başına bir şey gelirse, Allah korusun canından olursa, sorumluluğun kimde olduğunun ne önemi var?
Sn. Berova, aynı olay kendi çocuğunun başına gelseydi ne yapardı acaba?
Madem bu çocuklar hepimizin, öyleyse neden sorumluluklarını da kendi çocuklarımızmış gibi almıyoruz?
Öğretmenleri sorumsuz ilan edip, grevlerde çocukların eğitim hakkını ve güvenliğini hatırlayan yetkililer, bu tehlikeli durumu görmüyorlar mı?
Yoksa çocuklarımızın hayatının Sendika profesyonelliği konusu
kadar değeri yok mu?
Hükümet sendikacıların peşine düştüğü kadar, sorumluluklarının peşine düşse, sendikacıların eleştireceği konu kalır mı?
Peki ya polisler?
Görevleri halkın güvenliğini sağlamak ve bu konuda yanlış yapanları bulup yargı önüne çıkarmak değil midir?
Yapanın yanına kar kalacağı bir düzen yaratma sorumsuzluğunu gösterme hakkına sahip olabilirler mi?
Çocuklarımızın güvenliğini sağlamakla görevli birim hangisi?
Bu gencecik anne, bu sorumsuzluğun düzeltilip, çocukların daha güvende seyhat edebilmesi için ne yapmalı?
Her şeyden öte, bu ülkede yaşayan her bir birey, her tür hakkı için, yetkilileri dürtmek ve kendi işini kendi görmek zorunda mı?
Böyle bir devlet anlayışı olabilir mi?