İster beğenin isterse beğenmeyin, ister demokratik diktatörler dünyası deyin, ister faşist diktatörler dünyası deyin, ister emperyalist diktatörler dünyası deyin, ister kapitalist diktatörler dünyası deyin, ister modern diktatörler dünyası deyin, isterse post-modern diktatörler dünyası deyin, adını ne koyarsanız koyun, hiç farketmez, şu anda tam anlamıyla bir diktatörler dünyasında yaşıyoruz.
En demokratik ülkeden en ilkel ülkeye kadar, istisnalar kaideyi bozmasa da, tam anlamıyla bir diktatörler terörü bütün dünyayı sarmış, sarmalamış durumda.
En demokratik ülkelerde bile diktatörlük mü olur diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Olur, hem de bal gibi, şerbet gibi şarap, buz gib bir kış gecesinde açlıktan midesi sırtına yapışmış vaziyette soğuktan korunmak için sırtına bir karton çekip, bir apartman girişine sinmiş bir evsizin rüyasını süsleyen ve mis gibi kokan kebap, bir hamburger, bir dilim pizza gibi olur…
Tarih boyunca sayısız örneği vardır ama sadece benim bildiklerimi buraya yazmaya kalksam, her seferinde tam bir gazete sayfasını bana ayırdıkları için bugüne kadar bizim gazetenin editörü hiç şikayet etmese de, ölçüyü fazladan kaçırdığım ve diğer gazete sayfalarına da el uzattığım için benden fazladan sayfa işgal kirası almaya başlabilir, onun için sadece birkaç uçuk örnekle işi geçiştirip, fazla uzatmayacağım…
Dünyanın en demokratik ve adaletli ülkelerinden biri tartışmasız İngiltere’dir, şahsen de bunu birkaç kez tecrübe etme fırsatım oldu, milyar dolarlık şirketlerin aylığı onbinlerce sterlin olan avukatları karşımıza dikilip de bize hava basmaya kalkıştığında bir avukat bile tutmadan akıl ve hukuk yoluyla hakkımızı aradığımızda karşımızda nakavt oluverdiler, hem de her seferinde, çünkü adalet ve devlet sistemi güçlünün değil, haklının yanında çalışıyor, ama nasıl?…
Ancak ince nokta şurada; haklı olduğunu “haklılığını samimi bir şekilde, haklı olduğun kadar (fazlası değil), ve makul ve mantıklı bir şekilde” ispat edeceksin, karşındaki Başbakan olsa nakavt olur…
Aksi takdirde, allanmış pullanmış şekilde adalet saçan o muhteşem demokratik sistemin diğer yüzüyle, acımasız diktatör yüzüyle karşılaşırsın ve çarklar seni çiğ çiğ çiğner, kıymaya çevirir, üstüne sos döker, tuz biber eker, köfteni, salamını yapıp afiyetle yer, tıpkı süt bakımından artık yeterince işe yaramayan, son kullanım tarihi gelen ve ticari getirisini son kez mezbahada değerlendirdikleri bir ineğe yaptıkları gibi…
Rastgele örneklerle gidelim…
Birinci örnek: Sene 2003, İngiliz istihbaratına çevirmen olarak çalışan, kocası da hasbelkader Türkiye kökenli ve göçmen olan, ama kendi halinde efendi efendi yaşayan bir Kürt olan Katharine Theresa Gun isimli bir kadıncağız, ki o sıralarda ben de İngiltere’deydim, Amerikan ve İngiliz derin devletlerini temsil eden Bush ve Blair isimli “demokratik diktatörlerin” Irak’ı uydurma sebeplerle işgal etme ve Saddam’ı devirip Irak’ın enerji kaynaklarına ve silah piyasasına el koyma senaryolarına bir takoz koyar…
Irak’ın işgali için BM Güvenlik Konseyi’nden bir olur kararı çıkması gerekmektedir, Irak’a saldırı ve Saddam’ı devirme senaryosunun temel dayanağı ise Irak’ı demir yumrukla ve tam bir diktatörlük rejimiyle yöneten Saddam’ın nükler-kimyasal silahlar geliştirdiği, Amerika’nın Afganistan’da Rusya’ya karşı Taliban’dan sonra yarattığı El Kaide terör örgütüne ise destek verdiği iddialarıdır, aynı zamanda her kafasına estiğinde komşularına da savaş açmakta, onların enerji kaynaklarına göz koymaktadır…
Dolayısıyla, tüm silah teknolojisini Rusya’dan alan ve batıya sattığı yüzlerce milyar dolarlık petrolün parasını da Rusya’ya veren terörist-diktatör bozuntusu ve saldırgan Saddam insanlığa (ve hiç bahsedilmese de, Batı’nın ticari kaygılarına) karşı bir tehdittir ve alaşağı edilmelidir.
Ama ortada bir sorun vardır, CIA da dahil olmak üzere, Amerika’nın emrinde olan istihbarat servislerinin hiçbiri bu iddiaları ispatlayacak delillere ulaşamamışlardı ve ortada en ufak bir delil yoktu.
BM’de Amerika’nın Irak’a askeri müdahale isteği birinci oylamada reddedilir.
Pis işler söz konusu olduğunda Big Brother’ın her daim yanında olan Little Brother İngiltere’den yardım istenir ve Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın “Bölgesel Hedefler Bölümü Başkanı Frank Koza denen herif İngiliz istihbaratından BM’deki Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin delegelerini yakın takibe almalarını ve onları şantajla köşeye kıstırabilecekleri veriler elde etmelerini ister.
Bu istek, Viyana Diplomatik İlişkiler Konvansiyo’nunun 22. ve 27. maddelerinin açık ihlalidir.
Elbette ki, bu gibi pis işler ve ayak oyunları ortaya çıkmadıkça, dünyayı yöneten ve elinin altında her türlü, daha doğrusu akıl almaz düründen her türlü teknolojiyi de kullanan “demokratik diktatörler” tarafından bile rahatlıkla yapılmaktadır.
Bu istek Katharine Theresa Gun tarafından basına sızdırılır ve ortalık fena halde karışır.
Bu arada, İkinci Körfez Savaşı’nın arkasındaki esas beyin olan ve “üst akıl” tarafından yönetilen Amerikan derin devletinin de belli ki “görünen” temsilcisi olan ve o zamanki “oğul” Bush döneminin de Savunma Bakanı olan Donald Rumsfeld devreye girer, ülkenin CIA dahi bütün istihbarat örgütlerini devre dışı bırakır, kendisi uyduruk bir istihbarat ağı kurar, bu uyduruk istihbarat ağının uyduruk delillerini tarihin gelmiş geçmiş en aptal ABD Başkanı ünvanına sahip oğul Bush’un önüne koyar ve bu uyduruk delillere istinaden BM kararları ve onayı bypass edilir, küçük kardeş İngiltere’yle birlikte Saddam’a savaş açılır, sloganları ise “Ya teröristlerle birliktesiniz, ya da bizimle, tarafınızı belirleyin…” şeklindedir.
Amerika’nın gözünün karardığını gören ve korkan herkes, Amerika’nın yanında yer alır, bir tek Türkiye biraz çekimser davranır, geriye kalanlar Amerika ile birlikte Irak’ı bir “fırtına operasyonu” ile birlikte saatler içinde silip süpürür…
Ancak bütün Irak didik didik edildikten sonra ortada zerre zırnık konvansiyonel kimyasal silah filan olmadığı anlaşılır.
Saddam ise, insanlığa karşı işlediği suçlar (ve hiç bahsi geçmese de, diktatörlüğü boyunca batıya sattığı petrollerden elde ettiği dolarcıkları Rusya’ya silah almak için vermesi) nedeniyle ipe çekilir!
Bir diğer deyişle, üst akılın dünyayı sarıp sarmalayan çıkar çarklarına hizmet etmediği anlaşılan inek mezbahaya gönderilir…
Kimse arkasından gözyaşı filan dökmez, herkese Amerikan diktatoryasına karşı çıkan bir diktatör bozuntusuna neler yapılacağı gösterilir, kısa süre sonra Saddam’dan çok daha ılımlı bir diktatör olan Kaddafi de Saddam ile aynı sonu paylaşır.
Bölgede, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uysalca uyan diğer ülkelerin diktatörleri ise koruma altında rollerine devam ederler.
Irak halkı ise Körfez Savaşları’ndan sonra maceradan maceraya atılmaya devam etti, despot bir diktatörden demokratik diktatörler tarafından sözde kurtarılmışlardır, amma ve lakin, bugün hala sürüm sürüm sürünmeye devam etmektedir…
Halkının boşu boşuna bir savaşa girmemesi için gizli bilgiyi dışarı sızdırdığını kabul eden Katharine ise en gizli devlet sırlarını ifşa etmekten ve ilgili kanunu ihlal etmekten mahkemeye çıkarılır, ancak savcı Amerika’nın İngiltere’den talep ettiği sahtekarlıklar ortaya çıkmasın diye davayı ileri götürmeye cesaret edemez ve dava daha başlamadan düşer, İngiliz adaleti bir taraftan üçkağıt çeviren Blair hükümetini korumak için diğer taraftan görevi gereği ettiği yemine rağmen bunlara karşı çıkan vatandaşı mecburen korumak zorunda kalır ve Katharine serbest bırakılır.
Donald Rumsfeld efendinin taktiğini daha sonra, 2007 yılında, Amerika’nın bölgesel çıkarlarına bir tehdit oluşturan ve Amerikan diktası karşısında “gerektiği kadar” uysal olmayan, üst akılın rant çarklarına hizmet edecek imam bozuntusu sümüklü ineğin tayfasının da önünde apaçık bir şekilde engel olarak duran Türk ordusunu üst kademesinin çökertilmesi için yapılan ve adına Ergenakon Kumpası denen FETÖ operasyonlarında göreceğiz, ne tesadüf ki…
İkinci örnek; Thomas Isıdore Noel Sankara, sadece 2018’de 55 ton altın üreten, Afrika’nın en büyük dördüncü altın üreticisi olan ve önemli miktarlarda manganez, çinko, kurşun, bakır, nikel ve kalker de üreten, ama bütün bu doğal zenginliklere rağmen halkı aç ve sefil yaşayan, Avrupa Komisyonu’nun 2015 yılındaki verilerine göre 5 yaş altındaki yarım milyon çocuğun beslenme yetersizliklerinden dolayı sersefil olduğu (ama altın zengini olan) Burkina Faso’nun anti-emperyalist ilk cumhurbaşkanı…
Asker kökenli olan Sankara 1983’de 33 yaşında iktidarı eline aldıktan sonra, özetle, birkaç yıl içinde tam bir devrim yaptı ve ülkenin özkaynaklarının sömürülmesine son verdi, ülkenin sağlık, tarım, ulaşım ve eğitim altyapısını bir tamam geliştirdi, ülkeyi tam anlamıyla kendi kendine yeter hale getirdi, halkın refahını gözle görülür şekilde yükseltir ve Afrika’nın örnek ülkesi haline gelirken ülkenin özellikle Amerikan kapitalizminin emrinde bulunan Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu’na olan dış borçlarınıda ödedi ve bu iki kuruluşla irtibatı sıfırladı, ülkeyi dışa bağımlı olmaktan kurtardı, ülkenin özkaynaklarının gelirini yine ülkeye taşımaya başladı, kadın-erkek eşitliğini ön plana çıkardı, ezilmiş kadınları elinden tutup ayağa kaldırdı, kadın haklarına sonuna kadar sahip çıktı, çocukların gerek beslenme, gerekse eğitimine ayrı bir önem gösterdi, ülkeye olabildiğince adaletli bir adalet sistemi de getirdi, dış güçlerin kuklası olarak ülke içinde yapılan devrimlere karşı çıkan ve ayaklanma çıkaran birkaç ayakçı takımını da ipe çekti.
Ayakçı takımı ipe çekilir çekilmez, onların iplerini ellerinde tutan Anglo-Amerikan kökenli örgütler “insan haklarını” korumak üzere anında harekete geçtiler.
İngiltere merkezli olan Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) ve Fransa merkezli olan ve dünya çapında 36 üyesi bulunan Organization for Economic Co-operation and Development (OECD-Ekonomik İşbirliği ve Gelişim Organizasyonu) kıyameti kopararak Sankara yönetiminin insan hakları ihlalleri yaptığını ileri sürdüler.
Herhalde söylemeye bile gerek yok, Sankara iktidara gelene kadar başta Fransa ve İngiltere olmak üzere bu örgütün üyesi bazı ülkelerin uluslararası şirketleri ülkedeki bazı haraç rüşvet meraklısı ayak takımını kullanarak ve onları sürekli iktidarda tutarak, Burkina Faso’nun doğal kaynaklarını iliğine kadar sömürmekteydi.
Zaten Fransa ve İngiltere, kara kıtanın tarihinde yüzlerce yıl boyunca kara kıtayı iliğine kadar sömüren ve çıkarlarına ters düşen herhangi bir durumda toplu katliamlar yapmaktan geri durmayan iki ülke olarak da tarihe geçmiş durumdalar…
Burkina Faso hikayesinde de Sankara iktidara gelene kadar bu böyle devam etti, emperyalizmin rant çarkları Burkina Faso’da teklemeye başlayınca, ayak takımı devreye sokuldu ve iç karışıklıklar çıkarılmaya başlandı, bu duruma hazırlıklı olan Sankara ise bu satılmış vatan hainlerinin ele başlarını fazla düşünmeden temizledi.
Bu temizlik de onun sonunu getirecek dış güçler odaklı eylemlerin başlangıcı oldu, bir taraftan çatır çatır halkların ve ülkelerin kaynaklarını sömüren, diğer taraftan rant çarklarına çomak sokulunca insan hakları havarisi kesilen “üst akılın” temsilcileri, ülke içinde başka satılık hainler buldu, gerekli organizasyonları yaptıktan sonra Sankara’ya karşı ani bir darbe yapıldı, ve Sankara yargısız infazla öldürüldü, cesedi ise, tapınak haline gelecek bir mezarı olmasın diye paramparça edilerek ortadan tamamen kaldırıldı.
Ülkesi için yaptıklarını dünyaya duyurmak için internetin, sosyal medyanın olmadığı bir dünyada Sankara’ya kaşla göz arasında hiç beklenmedik şekilde darbe yapan, kaleyi tam anlamıyla içten vuran ve Sankara ile birlikte yakın çalışma arkadaşlarını da katleden isim, bir dönem Sankara ile yakın çalışan ama Sankara’nın ülkesiyle bağlarını kopardığı Dünya Bankası ve ülkeyi sömüren uluslar arası şirketler gibi kurumların da kuklası olan, bu yüzden de Sankara tarafından yanından uzaklaştırılan Blaise Compaore idi.
Compaore Sankara’yı Fransa ve Fildişi Sahili ile ilişkileri bozmakla suçladı ve darbeye bu şekilde kılıf uydurmaya çalıştı, diğer taraftan durumu farkeden ve Sankara’ya sadık olan silahlı kuvvetlerden bir grup ve bazı siviller Compaore’nin darbesine karşı çıktılar ve günlerce Compaore’nin rejimine karşı direndiler, ancak başta Fransız paralı askerler olmak üzere Burkina Faso’da çıkarı olan şirketlerin ve ülkelerin finanse ettiği paralı askerlerden de destek alan Compaore en sonunda iktidarı tamamen ele geçirdi.
Compaore, tam 27 yıl Burkina Faso’yu diktatörlükle yönetti, bütün seçimleri hileyle kazandı, ülkenin öz kaynaklarını dibine kadar kendisine iktidar imkanı yaratan sermaye odaklarına sömürttü, Sankara’nın kurduğu düzeni tamamen yerle bir etti, ülkeyi sefaletten sefalete, çatışmadan çatışmaya sürükledi, gırtlağına kadar borca soktu, bu arada kendi yurtdışı hesaplarını da şişirdikçe şişirdi ve son sonunda 2014 yılındaki halk ayaklanması sonucu Fildişi Sahili’ne kaçarak iltica etti.
Burkina Faso halkı başında kiralık bir diktatörü 27 yıl taşıdıktan sonra bugün hala sürüm sürüm sürünmektedir…
Bu ikisi gibi burada en az 20 örnek daha sıralayabilirim, ama yerim yok, kısa keseceğim.
Ülkelerini demir yumruk veya kadife eldivenle yöneten diktatörlerin hepsinin ortak özelliği şudur; köşeye sıkıştıklarında ve koltuğun altlarından gitme tehlikesi ortaya çıktığında, derhal silahlı veya silahsız bir savaş çıkarırlar ve kaosa oynarlar, kolay yolla gitmezlerse, tıpkı Romanya’da Çavuşesku, Irak’ta Saddam, İran’da Humeyni örneklerinde olduğu gibi, zor yolla kellelerini alma ihtimali olan askeri güçleri en yakındaki ülke veya ülkelerle topyekün veya kısmi ama kontrollü bir savaşa sokarak meşgul ederler, askere uğraşacağı iş çıkarırlar, eğer ülke sınırları dışında savaşmaya güçleri yetmezse, ülke içinde yapay sorunlar çıkararak silahlı güçleri meşgul ederler.
Silahlı güç kullanımı dünyayı yöneten üst akıla sahip “baba diktatörler” veya onların icadı olan diktatör bozuntusu “yavru diktatörler” için yeterli olmazsa, devreye sessiz ve derinden ilerleyen, bir vuruşta indiren, iz bırakmadan işi bitiren Korona gibi virüscükler girer ve “baba diktatörler” oyunu kendi kurallarına göre oynarken, küresel rant çarklarını kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn ederken, kendi çaplarında ter ter tepinen “yavru diktatörler” günü kurtarmak için sadece zamana oynamaya çalışırlar, son kullanım tarihlerini uzatmaya çalışırlar…
Bu süreçte, ülkelerinin ekonomileri, insan hakları, sosyal düzenleri filan yerle bir olur, kaosa doğru adım adım gidilir, ta ki sosyal patlama gerçekleşene ve eğreti diktatör ülkeden kaçana kadar…
Peki ama baba diktatörler ve eğreti diktatörler ülkelerini yönetirken yönettikleri ülkelerin öz kaynaklarına ne olur?
İşte bütün mesele de budur, baba diktatörler kendilerini ve sahip oldukları düzen besleyen rant çarklarından gelen geliri herkese olabildiğine eşit dağıtmaya ve herkese şirin görünmeye çalışırken, karşılıklı menfaat dengelerini ustaca korurken, eğreti diktatörlerin bulundukları yerlerde öz kaynakların büyük bir kısmı ya diktatörün çevresinde olan besleme tayfası tarafından sömürülür, ya da ülke içinde çarkları döndüren dış güçlerin bağlantıları tarafından sömürülür, halkın ise giderek burnu daha fazla sürtülür…
Bazı ender durumlarda, diktatörün doğrudan doğruya yönetimde yer alarak ülkeyi yönetmesi de gerekmez, uzaktan da, kendisini koruyan, kollayan ve yaşatan üst akıla sahip esas diktatörler tarafından ortak akılla çizilen rota ve yöntemle de kukla diktatörler uzaktan kumandalı olarak ülkeleri yönetebilirler, ta ki fırsatını bulup da uzaktan kumandayla yönettikleri ülkenin başına “baba diktatörler” tarafından getirilene kadar…
Nitekim, Fetullah Gülen örneğinde, bırakın çok sonra ortaya çıkan Fetoş kökenli Ergenakon örneğini, Donald Rumsfeld’in tam da sevdiği türden ülke yönetiminde bir beceriksizlik abidesi olarak duran ve her iktidara geldiğinde eğreti solculuk ayaklarıyla ülkeyi kaostan kaosa sürükleyen, Amerikan emperyalizminin kusursuz kuklası görüntüsü veren Ecevit bile uzaktan kumandalı gücün esasında kimin elinde olduğunu bildiği için, Feto’ya karşı bir tek kem laf edemiyor, elinden geldiğince nazik bir üslupla bu “muhterem imamın” temcir pilavı gibi evire çevire kıymetiniövüyordu, iktidarda kalabilmek için mecburi mavi boncuk dağıtıyordu, aksi takdirde koltuğun altından bir hamlede alınacağını geçmiş tecrübelerinden çok iyi biliyordu…
Ve tabi ki, elbette bütün kukla diktatörlerin bir son kullanım tarihi de vardır ve günü geldiğinde yine o ülkenin ekonomik, sosyolojik ve psikolojik olarak dibe vuran, tatminsizlikten ayaklanmak için bahane arayan, bunalımdan bunalıma sürüklenen halkı kışkırtılarak, kullanılarak, ayaklandırılarak, kukla diktatör koltuğunda edilir…
O halk ayaklanmasına giden yolu da, merminin, tankın, topun, füzenin yetmediği yerde, koronacık gibi virüscükler açabilir, vesselam…
Dünyayı yöneten bir avuç herifin oluşturduğu bu üst akıl, vallahi da çok akıllı, billahi da çok akıllı…
Rolls Royce, Mercedes sürüp da bir kalbur samanı iki eşşeğe pay edecek akla zar zor sahip olurken bir de memleket yönetmeye kalkan herifleri bir mikropcukla tertipleyecek kadar akıllılar, hem de…
Ve son söz; baba diktatörle yavru diktatör, gerçek diktatörle eğreti diktatör, lider diktatörle besleme diktatör, üst diktatörle alt diktatör, becerikli diktatör ile beceriksiz diktatör arasındaki farkı da halklara öğretecek olan adım ve ders, işte bu kadar basit, bücür bir “diktatör” mikropçuktan ibarettir…
Boyuna aldanmayın, dünyayı dize getiren “diktatör bücür” göreviniher şekilde kusursuz yapıyor!