Kış aniden bastırdı… Sonbaharın tadına varmadan; yaprak dökümünün seyrine, kavurucu sıcaklardan sonra gelen ılık meltemlere, göç eden kuşların gökyüzünde süzülüşüne fırsat vermeden kapıya dayandı. Rüzgârı, fırtınası, sağanak yağmuru ve soğuğu ile tüm mevsimlere meydan okurcasına habersizce geldi. Oysa biz daha ne kışlıklarımızı çıkarmıştık dolaplardan ne sobalarımızı hazırlamıştık ne de temizlenmeyen dere yataklarından taşacak sular için botlarımızı, çizmelerimizi tedarik etmiştik. Yine de elimiz, dilimiz mahkûm yarım ağızla da olsa ona hoş geldin demeye... Doğaya hükmetmek gibi bir gücümüz olmadığına göre ondan gelen iyi, kötü ne varsa hepsini kabullenmek ve bize sunduklarından yararlanmanın yollarını aramak zorundayız.
İnsanoğlu dünyada varoluşundan beri olumlu olumsuz birçok doğa olaylarına şahit olmuş ve bu olayların akışına göre hayatını devam ettirmiş; kendisine yararı olanlardan faydalanmış, zararı olanlardansa elinden geldiğince korunmaya çalışmıştır. Son yıllarda yüzyılların alışılagelmiş doğa olaylarında görülen değişiklikler ve bu değişikliklerin daha çok olumsuzluklardan yana artması ile insan, dünyanın doğal yönünün sanıldığı kadar kendisine dost olmadığını düşünmeye başlamış; artan felâketlerle çok eski çağlarda yaşanan korkunç doğa olaylarının yeniden başlayacağı fikrine saplanmıştır. Her yere düşmanca saldıran sellerin, yıkıcı depremlerin, kavurucu volkanik patlamaların, denizlerdeki yükselişlerin, hortumların barınağı olan bu dünyanın, en azılı düşmandan daha korkutucu olduğunun bilincine varıldığı zaman da belleklerdeki bütün güzelliklerin yerini endişe ve korku almıştır. Hal böyle olunca ne çiçeklerin güzelliği, ne suyun huzur veren sesi ne kuşların cıvıltısının anlamı kalmış; insan ruhunu görünmeyen, güçlü bir düşmanın her an uykusundan uyanıp zarar vereceği korkusu sarmıştır. Doğanın, önüne geçilmez gücü karşısında bilim adamlarının geleceğe yönelik verdiği umutlar da inandırıcılığını yitirmiş; mucize çözümlerin, doğanın vahşi yüzü karşısında bir çare olacağı hakkındaki bilgilendirmeler de inandırıcılıktan çıkmıştır.
İnsan, dünyadaki varlıkların en akıllısı, en yaratıcısı ve doğaya en çok egemen olabileni diye nitelense de doğa her zaman insandan ve onun yarattıklarında çok daha güçlü, çok daha öndedir. Tarih boyunca bunu deneyimlediği halde insanoğlu, yine de aklını ve yeteneğini doğanın aleyhine kullanmaktan çekinmemiş; akıl sahibi olmanın verdiği avantajla adeta kendini doğayla eşitlemiş ve bu avantajını kullanarak dünyadaki tüm varlıklara egemen olmaya çalışmıştır. Önceleri bu kullanma şekli sınırlı ve doğal yapıyı bozmayacak nitelikte iken sonradan tüm doğayı kendi çıkarı doğrultusunda kullanmaya başlamış ve kendi menfaatine hizmet eden bir yapıya dönüştürmüştür ki, bu da doğanın dengesini bozmuştur. Mevsim değişiklikleri de bunun en basit kanıtıdır. Mevsimlerin de bir kanunu vardır ve kendimizi ona göre ayarlamak, onun hükmünde yaşamak zorundayız ama biz bazen bu kuralları çiğniyor, onun doğallığı hilafına davranıp dengesini bozuyoruz. Dağları deliyoruz, ormanları yok ediyoruz, havanın doğal kimyasını zehirlerle dolduruyoruz, atmosferin yapısını bozuyoruz, denizleri kanalizasyon atıkları ile kirletiyoruz, bitkileri hormonlarla büyütüyoruz, doğadaki diğer canlılara zarar veriyor, nesillerini yok etmekten çekinmiyoruz ve bunları kazanç ve başarı sayıp yaptıklarımızla övünüyoruz. Dünyayı sadece kendimizin sanıyoruz. Oysa dünya, yaratılan canlı, cansız her varlığın yaşama alanıdır. Bunu hep unutuyoruz. Bunun bedelini de er geç ödüyoruz.
Doğa, kendi doğal dengesini yeniden kurmak için arzu etmediğimiz olaylarla adeta bize ders vermeye çalışır. Küresel ısınma dediğimiz olay da yine insanın eseridir. Onu da zaman içinde oluşturan insandır. Sel baskınları, kuraklık, iklimlerin ve mevsimlerin değişmesi doğanın kendi düzenini yeniden kurma çabasından başka bir şey değildir aslında. Biz doğayı ne kadar tahrip edersek doğa da bizden bunun karşılığını fazlasıyla alır. Doğayı kendi çıkar amaçlarımız için kullanır, ona ne kadar müdahale edersek onun karşılığını eninde sonunda öderiz. Kuraklıkla, su baskınlarıyla, hava kirliliği ile ve daha nice olumsuzluklarla mutlaka öderiz. Onun bizden bir beklentisi yok. Tek isteği rahat bırakılmaktır
Düşünüyorum ve bir türlü içinden çıkamıyorum. Kendi kendime sorduğum sorulara cevap bulamıyorum. Son sözü her zaman doğa söylediğine ve biz ona boyun eğmek zorunda olduğumuza göre; en önemlisi de doğanın değişmez iki gerçeği olan doğum ve ölüm kesin olduğuna göre ne kadar kalacağımızın bile belli olmadığı bu gezegende neden huzur içinde yaşayamıyoruz? Neden bu savaşlar, bu zoraki ölümler? Neden bu kadar ihtiras ve doyumsuzluk?.. Neden eninde sonunda dünyayı mecburen terk edip gideceğimizi bildiğimiz halde bu toprak ve mal arsızlığı? Acaba doğanın isyanı mıdır başımıza gelen bu felâketler? Onun sunduklarını hoyratça yok edişimizden; dağlara, ovalara, ormanlara verdiğimiz zarardan mı yoksa birbirimizi çekemediğimizden mi doğa bize acımasız davranıyor? Etrafımızda evsiz barksız, ekmeksiz, katıksız insanlara yardım eli uzatmayıp çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yememize mi kızıyor yoksa?
Eskilerde kalmış güzel alışkanlıklarımızı, adetlerimizi bile unuttuk son zamanlarda. Bu yüzden herkes eski günlerini anlatıyor, o günlere özlem duyuyor. Çok mu konforlu yaşamlarımız vardı ki özlüyoruz o günleri. Elbette ki yoktu. Şimdiki olanakların, kolaylıkların zerresi yoktu ama yine de o günleri özlüyoruz. Aslında özlediğimiz insanlarla olan paylaşımlarımız ve muhabbetimizdi. Komşularımızla, arkadaşlarımızla olan sohbetlerimizdi. Şimdi herkes, her aile kabuğuna çekilmiş, belli etkinlikler dışında sadece küçük çevresiyle hayatını sürdürmeye çalışıyor. Sohbet diye bir şey kalmadı. Özellikle genç nesil o eski adetlere, göreneklere tamamen yabancı. İletişim onlar için sadece internet demek. Yeni yeni sözcükler türetmişler; anlaşılması zor şifrelerle iletişim kuruyorlar. Konuşma özürlüler gibi kendilerini ifade etmekte zorlanıyorlar. Hoş…Niye konuşsunlar ki!.. İnternetten yazışıyorlar. Konuşmaya görüşmeye gerek görmüyorlar. Küçük büyük herkesin elinde bir akıllı telefon.. Gözlerini ayırıp karşılarındakiyle göz teması bile kuramıyor artık insanlar. Gözler hep telefon ekranında. Bu yüzden göz doktorlarına ve gözlükçülere fırsat doğuyor. İnternet bağımlılığından dolayı doğayla iletişimleri çok sınırlı. Hayvanları, çiçekleri, böcekleri gerçek doğada değil internette görüyorlar. Devamlı oturmaktan anatomileri bozuluyor, boyun fıtığı oluyor, kamburlaşıyorlar. Çocuk yaşta kilo alıyor ve sonra isteseler de veremiyorlar. Emekli bir öğretmen olarak çocukların ve gençlerin gerçek dünya dururken onu doyasıya yaşamak yerine sanal bir alemi mekân edinmelerine çok üzülüyorum. Bu konuda ailelere ve öğretmenlere büyük görevler düşüyor. Çünkü birey olarak da toplum olarak da ruh, beden ve akıl sağlığı yerinde olan nesillere ihtiyacımız vardır.