ABD Missouri Senatörü Harry S. Truman (1935-1945); arkasına güçlü bir destek alarak, 1941 yılında Amerikan Senatosu’nda bir konuşma yapar ve gönül rahatlığıyla der ki; “Almanya’nın kazandığını görürsek, Rusya’ya yardım etmeliyiz, öte yandan Rusya’nın kazandığını görürsek, Almanya’ya yardım etmeliyiz. Böylece birbirlerini olabildiğince çok öldürmelerini, yok etmelerine yardımcı oluruz…” ABD Senatosu’nda dikkate değer bir kesim bu görüşü, yani dünya siyaset ve savaş sahnesinde sıklıkla gördüğümüz “iti ite kırdırma politikasını” destekler. Ancak o dönemde Başkan olan Franklin Roosevelt bu düşünceye ve gelen baskılara karşı çıkar ve özellikle İngiltere’yi rahatlatmak için ABD’nin Almanya’ya karşı Rusya’yı destekleyeceğini ilan eder ve ilk askeri desteği Rusya’ya gönderir. Bu karar, aynı zamanda, dengelere göre oynama politikasının, yeri geldiğinde tavşana kaç, tazıya tut deme politikasının, yeri geldiğinde ise tazıyı tavşanlaştırma, tavşanı tazılaştırma politikasının modern dünyadaki başlangıç noktası da sayılabilir. Örneğin bugün ABD, aynı politikayı Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da ve Türkiye’de uygulamaktadır. PKK’yı Türkiye’ye karşı istikrar bozucu unsur olarak kullanmakta, ABD desteğiyle Kürdistan hayalleri kurma peşinde koşan PKK öncülüğündeki etnik milliyetçi Kürt tayfasını ise fazla şımardıklarında Türk ordusuna ezdirmekte, Kürtler için biçilen rolün dışına çıkmalarına Türkiye eliyle engel olmaktadır. Yeri geldiğinde Kürtler tazı, yeri geldiğinde tavşan olmaktadır. Türk ordusunun komplolarla zayıflatılması, tüm üst düzey komuta kademesi hapse atılırken Kürt etnik milliyetçiliğinin çığırından iyice çıkması ve siyaset ve silahlı gücünü artırması, bu entrikalar düzen ve sürecinde Kürt etnik milliyetçilerinin dıştan aldıkları destekle zaman zaman Türk ordusunu tavşan durumuna düşürecek noktaya kadar güçlenebilmesi de tesadüf değildir. Burada tek sorun, bu oyunda tavşanın ve tazının kim olacağına, ne zaman olacağına tarafların karar verecek pozisyonda olmamalarıdır. Bu pozisyon ve kontrol gücü, ancak ve ancak “uzantıları” eliyle ABD’ye aittir. ABD aynı doğrultuda akılcı bir politika güderek, Libya, Mısır, Tunus, Suriye, Irak gibi Müslüman ülkelerde vahşetin ötesine geçen radikal İslami terörün yarattığı kaos Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi piyon ülkelerin eliyle destekletmekte, bir diğer deyişle “iti ite kırdırma politikasını” uzantıları aracılığıyla başarıyla sürdürmektedir. Örneğin, dünya tarihinin gördüğü en vahşi terör örgütü IŞİD, ABD’nin doğrudan müdahaleleriyle zaman zaman tavşan, zaman zaman da tazı rolüne geçmektedir. Bir başka açıdan bakarsak, bir başkası için felaket olan bir durumu, başarıyla yönlendirerek ve şekillendirerek, kendisine pozitif yönde pay çıkarmakta, egemenliğini, kontrol ve yönlendirme gücünü fırsatları kullanarak veya ihtiyacı olan fırsatları yaratarak yaymaktadır. ABD,20. yüzyılın başından itibaren, özellikle de 2. Dünya Savaşı sonrasında, elinin ulaşabildiği, yeniden yaratılması uğruna milyonlarca gencinin canını feda ettiği dünyada kapitalist ve emperyalist düzenin kendi kontrolü dışına çıkmasını hiçbir zaman istememiştir. ABD Başkanı Franklin Roosevelt 1941 yılında kendisinden yardım istemeye gelen İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in isteklerine verdiği cevap arasına şu detayı da sıkıştırır: İngiliz ve Alman bankacılar çok uzun zamandır dünyayı sömürmekte, işbirliği yaparak ve karşılıklı çıkarlarını kollayarak ceplerini doldurmaktadırlar, İngiltere ise başı sıkıştığında İyi Charlie’nin (ABD’nin) kapısını çalmakta ve yardım istemektedir, biz artık İngilizlerin Charlie’nin yaptığı yardımları unuttuğunu görmek de istemiyoruz, sömürgelerinde ise baskıcı rejiminden vazgeçmesini istiyoruz, vazgeçmediği sürece desteğimizi esirgeyeceğiz…diyerek o zamanlar bile dünyanın en büyük sömürge imparatorluğu olan İngiltere’nin ABD’ye karşı nankör bir yaklaşım içinde olduğunu ve sömürgelerinin kanını emerken baskıcı bir rejim uyguladığını vurgularken, dünya gücü olma yolunda rollerin artık el değiştirmeye başladığını da vurgulamıştır. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, 2. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın jandarmalığına soyunan ABD, bir yerde bunu bileğinin gücüyle de kazanmıştır. Avrupa’yı kasıp kavuran Almanya’yı, Asya’yı kasıp kavuran Japonya’yı milyonlarca insanını savaşta kaybetmek ve o dönemlerde çok büyük rakamlar sayılacak onlarca milyar doları harcamak uğruna da olsa, dize getirmiştir. Kuzey Afrika’da Tobruk savaşı sırasında 30 bin İngiliz askerinin kendilerinin yarısı kadar ancak olan Alman kuvvetlerine teslim olduğunda yaptıkları gibi, paçası tutuştuğunda, sıkıştığında geri çekilen veya teslim olan İngilizlerin aksine, dünyanın dört bir tarafına yayılmış cephelerin hiçbirinde Amerikan askerleri geri çekilmemiş, çok büyük zayiatlar uğruna bile olsa savaşmayı sürdürmüş, her cephede adım adım Alman ve Japon kuvvetlerini geri püskürtmüş ve yenmiştir. Rusya bile, yeniden toparlanmasına fırsat veren ve nefes alarak yeniden yapılanma sürecine girmesini sağlayan Amerikan desteği olmasaydı, Nazi postalları altında çatır çatır çiğnenecek ve Asya’da ABD’nin üç katı büyüklüğünden de daha büyük bir arazi tüm hammadde ve enerji kaynaklarıyla birlikte Nazi imparatorluğunun bir parçası olacak, Stalin’in adı ise tarihin sayfalarında savaşın galiplerinden biri olarak değil, sadece kendi halkı üzerinde dehşet yaran zalim diktatörlerden biri olarak anılacaktı. Dahası, Nazi Almanyası Rusya’yı da devirdikten ve muazzam hammadde ve enerji kaynaklarına ulaştıktan sonra hedefini Atlantik ötesine, ABD’ye çevirecek ve ezici bir güçle istila için saldıracaktı. Roosevelt’in kararıyla Rusya’ya sağlanan destek bu süreci tersine döndüren dönüm noktasıdır. Dünya tarihini kesin ve köklü şekilde değiştiren savaş boyunca Amerikan erkekleri dünyanın dört bir yanında savaşırken, kadınları ise fabrikalarda erkeklerinin ihtiyacı olan silahları üretmek ve ülkenin gündelik işlerini yapmakla meşguldü. Örneğin Japonya savaş boyunca toplamda 70 bin kadar savaş uçağı üretebilmişken, ABD yılda yüzbin savaş uçağını üretmeyi başarmış, hem Avrupa hem de Pasifik cephelerinde hava üstünlüğünü sağlayabilmiş, 1944 yazına kadar sadece Pasifik bölgesine yüze yakın uçak gemisi indirmişti. Savaşta olsalar ve imkanları kısıtlanmış olsa bile, Amerikalı ve Amerika’ya göç etmiş bilim adamları harıl harıl çalışıyorlar, icat üstüne icat yapıyorlar, Manhattan Projesi ile atom gücü üzerinde çalışıyorlar, özellikle savaş teknolojisinde üstünlük sağlayacak modern radar, uzun menzilli, yüksek tahrip gücüne sahip ve istikrarlı bombalar gibi cihazları geliştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar ve Alman teknolojisini adım adım geride bırakıyorlardı. Hem ekonomik, hem de bilimsel anlamda seferberlik ilan etmiş olan ABD, Atlantik Okyanusu’nun ötesinden kabaran öfkesi ve gücü durdurulamaz devasa, dehşetengiz bir dalga gibi Avrupa’ya ve Asya’ya doğru akıyordu. Bu güç ve güven duygusuyla, savaşta yıkılan dünyanın yeniden inşası için tüm olanaklarını seferber etmiş, savaşta harcadığı paranın kat ve kat fazlasını dünya üzerinde istediği gibi bir ticari pazar ve politik hegemonya yaratarak elde etmiştir. Bu da, politik hegemonyasının hüküm sürdüğü ülkelerde paranoyak siyasetçiler dönemini başlatmıştır. ABD’nin hegemonyasının belirgin şekilde hissedildiği ve iktidara gelenlerin ABD’nin doğrudan veya dolaylı şekilde onayı ve desteğiyle iktidara geldiği ülkelerde dünya artık paranoyak siyasetçiler döneminin başlangıcına ve korku siyasetinin de kontrollü şekilde yaratılışına şahit olur. Paranoyak siyasetçilerin iktidara geldikten sonraki en büyük korkusu, son kullanım tarihlerinin ne zaman geleceğinin belirsiz oluşudur. Paranoyak, piyon olmanın ötesine gidemeyen bu ısmarlama siyasetçiler, zaman zaman da olsa, son kullanım tarihlerinin geldiği korkusuyla, iktidar gücünü ellerinde tutmak için ABD’nin isteklerinin ve beklentilerinin dışına çıkarlar, piyon olmanın ötesine geçmeye çalışır, aktör ve yönetmen rollerine soyunur, çaplarını ve hadlerini aşar, kendileri, ülkeleri ve halkları açısından işleri daha da karmaşıklaştırırlar, hatta ülkelerini ve halklarını ateşe atacak kontrolsüz kaoslar yaratırlar, ve kaos ortamından medet umarak iktidarlarını devam ettirmeye çalışırlar. İşte bu noktada, yine ABD ve uzantıları devreye girer, kaos ortamında esas yönetmen olarak arabuluculuk rolü oynar, her şekilde durumu kendi istediği gibi yönetir ve dizayn eder, son kullanım tarihi gelmiş piyonu da tarihin çöplüğüne gönderir... İkinci Dünya Savaşı sonrasında politik ortam öylesine mükemmel dizayn edilmiştir ki, demokrasiyi keyfince kullanılacak alet olarak görenlerin oluşturduğu siyaset dünyasında kontrol dışına çıkanlar Truman’ın yöntemiyle kontrol altına alınmaktadır. Zaten durum öylesine karmaşıklaşır ve kaos öylesine artar ki, paranoyak ve piyon siyasetçiler döner dolaşır, kendilerini yaratmış olan esas gücün eline ipleri tekrar teslim eder ve iktidarda kalmak uğruna kukla olmayı tercih eder… Tabi, yönetmen olarak ABD buna izin verirse, kuklanın yerine yeni bir kukla getirmezse… Büyük Ortadoğu Projesi süreci de bu çarklar arasında işleyen bir süreç işte… Ve ben, sessiz sakin bir tatil günü olması gereken bu günde bu yazıyı yazarken bir yerlerden gelen Mücahitler Marşı’nı, Mehter Marşı’nı ve Türkün gücünün hikayesini, pencerenin altındaki kızımın sevgi ve neşe dolu sesinin gerisinden gelen bir tezat olarak dinliyorum… 1940ların başında başlayan Ortadoğu tezgahında küçük, önemsiz bir ayrıntı olarak 16 Ağustos, 1974’de Lefke’nin kurtuluşuydu… Üzerimize yağmur gibi yağan bombaları, donumun içinde Rum barikatlarından çocuk cesaretiyle korkmadan geçirdiğim cephaneleri ve bebeklerin içinde sakladığımız tabancaları, silah parçalarını, Rum milislerin babamın arabasını tanıyarak Dillirga yollarında bir ölüm kovalamacası başlatışını, soğuk bir kış gecesinde sınır üstünde belasını arayan fanatik Rum milislerle birbirimize kurşun yağdırırken mermi vızıltıları arasında ensemden fışkırıp süzülen buz gibi heyecan terini ve peş peşe tetiğe basarken bir daha güneşin doğuşunu ve sevdiklerimi göremeyeceğim ihtimalinin bir anlığına da olsa aklımdan geçtiğini hep hatırlasam da, 16 Ağustos günü “kurtulduğumuzu”, bir türlü bitiremediğimiz şu Kıbrıs sorunu sürerken, nedense unutmuşum… Çalsın bakalım Mehter Marşı, çalsın bakalım milli marşlar, Lefke’nin kurtuluşu anısına…Ne alakaysa! Kızımın en güzel şakıyan bülbülün sesinden bile daha güzel şakıyan neşe dolu sesine, çocuğumun söylediği neşe dolu şarkılara en karanlık gece bile gölge edemez, en duygusal milli marş bile çatamaz ya…