Bugünkü yazımın konusunun ne olacağını düşünürken, yolda rastladığım okuldan kaçan ve evine dönmekten korkan bir ilkokul çocuğunun gözlerinde gördüğüm ürkeklik ve korku konuyu belirledi. Elbette ki yazımın konusu bu olmalıydı, çünkü ben bir öğretmenim ve öğretmenlik yıllarımda buna benzer olaylarla karşılaşmışlığım vardı. Herkes mutlaka bir şeylerden korkar. Hastalıktan korkuyoruz, sevdiklerimizi kaybetmekten korkuyoruz, acıdan korkuyoruz, yanlış yapmaktan korkuyoruz, kontrolümüzü kaybetmekten korkuyoruz, sorumluluk almaktan korkuyoruz, terk edilmekten korkuyoruz, ölmekten korkuyoruz, kediden-köpekten, uçaktan korkuyoruz vs. vs. Bunların hangisine veya hangilerine sahipsek ondan kaçmak yerine, üstüne gitmek, onunla yüzleşmek; onun tutsağı olmaktan kurtulmanın ve özgürleşmenin tek yoludur. Bunu yapmadığımız takdirde her an yeni korkulara davetiye çıkarmış oluruz ki bu da hayatımızı cehenneme çevirmeye yeter. “ Korkunun ecele faydası yok” diye boşuna dememişler. Korku, bir bakıma gerekli bir duygudur. Tehlikeli olaylar karşısında, korku hissi belli mekanizmaları harekete geçirerek, hayatta kalmamıza katkıda bulunur. Örneğin, elinde silahla üstünüze gelen bir kişi olduğunu düşünün; böyle bir durumda korku duygusu oluşur ve bu duygu, ‘savaş veya kaç’ duygusunu harekete geçirir. Bu durumda ya o kişiyle mücadele ederiz ya da kaçarız. Böylece, hayati bir tehlikeyi atlatma şansına kavuşuruz. Eğer korku duygusu olmasaydı, böylesi olaylar karşısında savunmasız kalırdık. Ancak, korku, sık tekrarladığında veya uzun süre etkisini devam ettirdiğinde hayatımızı karartabilir Korkularımızın nedenleri bazen çocukluk ve ergenlik dönemine, yetiştirilme tarzına ve yanlış eğitilmeye de bağlı olabilir. Çoğumuza, hislerimize saygı duymak ve onları özgürce ifade etmek öğretilmedi. Aksine; büyüklerimiz, okul ve toplum tarafından hislerimizi inkâr edip onları gizlememiz öğretildi çoğu zaman bize. Üstü kapaklı olarak; “Öfkeni bastır, korkunu belli etme, üzüntünü gizle, başarısızlığını örtbas et vb.” mesajları aldık hep bu güçlerden. Yaşam ve çevremizdeki insanlarla başa çıkmak, onlara hoş görünmek isterken de, doğuştan sahip olduğumuz ifade rahatlığını ve açıklığını yitirdik. Kendimize, içimize giden yolu kaybettik zamanla. Kendimiz ve başkaları ile bağlantı kurma özelliğimizi unuttuk. Yeni insanlarla tanışmak için sosyal etkinliklere katıldık belki ama nadiren samimi ilişkiler kurduk. Karanlık bir sinemada bile dramatik bir filmi izlerken gözyaşlarımızı tuttuk, acı verici vedalaşmalarda gülümsedik, komik olmayan fıkralara istemeden güldük. Duygularımız belli olmasın diye göz temaslarından kaçındık. Duygusal olarak kendimizi çok iyi hissettiğimiz anları bile yarım yamalak yaşadık. Doğanın muhteşem güzelliğinin veya harika bir müziğin heyecanının bizi uzaklara götürmesine karşı koyduk. Yakın bir dostumuzla konuşurken sözcükleri seçtik, içimizden geldiği gibi konuşamadık. En büyük zaferlerimizde bile yeterince sevinemedik; o hazzı hep kursağımızda bıraktık. En son ne zaman sevinçten zıpladığımızı veya şaşkınlık ve üzüntüden haykırıp ağladığımızı hatırlamıyoruz bile. Duygularımızı hiç özgür bırakmadık. Kendimizi hep frenledik. İhtiyaç ve isteklerimizin ayırdına varamıyoruz. İstenen, arzu edilen şeyin; eğer yaşamı, duygusal, fiziksel ve psikolojik yönden etkiliyorsa bir ihtiyaç; diğerlerininse sadece birer istek olduğunu bilemiyoruz. Oysa bu ayırım duygularımızla açığa çıkar ki biz duygularımızı hep göz ardı ediyoruz. Göz ardı etmediğimiz zamanlarda da bazen onları inkâr ediyoruz. Bunu yaparken de gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şeye sahip olduğumuzu düşünüp kendimizi kandırıyoruz. Örneğin hayatımızı paylaştığımız kişinin eksiklerini, hatalarını görmezden gelip onu sevdiğimize inandırıyoruz kendimizi. Bu yapay inandırma kendi egomuzdan da kaynaklanmış olabilir. Belki de yalnız kalmaktan korkuyoruz; tek başımıza hayatla baş edemeyeceğimizi sanıyoruz. Gün gelip gerçek hislerimizi algılamaya başladığımızda ise kendimizi kandırarak sağladığımız bu yapay huzurun ve mutluluğun yerinde aslında derin bir kırgınlık ve kızgınlık olduğunu farkediyoruz. Farkına varmak da bazen işe yaramaz çünkü alışılmışlıklardan kurtulmak o kadar da kolay değildir. Hayatımızı değiştirmek, istemekten çok daha fazlasını gerektirir. Çünkü kendimizi analiz etmek, derin bir şekilde deneyimlemek zordur ve duygusal olarak acı vericidir. Korkarız o acıyla yüzyüze gelmekten. En doğal duygularımızı reddediyor; bir gün kaybetmek korkusuyla sevmekten bile çekiniyoruz. Oysa korkmak, duygularımızı yaşamaktan ve ideallerimizi gerçekleştirmekten bizi çoğu zaman men eden olumsuz bir unsur. Kapılar ardına kadar açık ve ondan kaçmamız çok kolayken bizi tutsak eden bir duygu. Aslında korkuyu yenmek ve onun bizi tutsak etmesine fırsat vermeden bizim onu kontrol edebilmemiz için, onunla yüzleşmemiz gerekir. Korku, ister fiziksel, ister duygusal kaynaklı olsun; korkulan şeyin üstüne gitmek, ona meydan okumak, ondan kurtulmanın en etkili yoludur. Korkularımız çoğu zaman zihnimizde yarattığımız gerçeğin dev gölgeleridirler. Bunu ancak onlarla yüzleştiğimizde keşfeder ve aslında korkulacak bir şey olmadığını anlarız.