Engelliler Günü Ve Bir Uçurtma Hikayesi

Mesut GÜNSEV

Geçtiğimiz haftanın içinde “engelliler günü” nü de vardı. Çeşitli etkinlik , ziyaretler,açıklama ve gösterilerle bu günün anlamına bir kez daha dikkat çekmeğe çalışıldı. Bu haftanın öyküsü de Kıbrıs Ortopedik Özürlüler Derneği eski Genel Başkanı Orkun Bozkurt’a ait. Orkun, yılmaz bir mücahit gayreti ile bu alandaki çalışmalarını arkadaşları ile beraber yürütüyor. Basketbol takımları da Türkiye liginde de yer alıyor.Başarılı müsabakalara imza atıyorlar… Aşağıdaki öykü yıllar önce “Turnalar” dergisinde yayımlanmış ben de tv deki “Pazartesi Öyküleri“ programımda seslendirmiş, daha sonra da baskısı çoktan tükenen aynı isimli kitabıma almıştım. Bunun bir piyango olduğunu ve herkese de çıkabileceğinin altını çizerek, tüm engelli kardeşlerimin; Hakkettikleri bir eğitime, Hakkettikleri bir öğretmene, Hakkettikleri bir sosyal çevrede yaşamlarına, Hakkettikleri bir psikolojik, maddi,manevi desteğe, Hakkettikleri gülümsemelerine değer koca bir dünyaya kavuşmalarını diliyorum. Gelelim Sevgili Orkun Bozkurt’un sanırım yayınlanalı on yıla yakın bir zaman olan “Uçurtma” adlı öyküsüne… *** UÇURTMA “O bir özürlüydü. Ama her şeyden önce bir insandı. Ve her insan gibi çocuktu.. Günü gelmiş, doğmuştu her bebek gibi. Annesinin kucağına, bilinçsizce sevinç çığlıkları atarken verilmişti o da.. Gün geçtikçe büyüdü, her çocuk gibi. Büyüdükçe onlar gibi olacağı büyüklerine baktı, dinledi. Anlayamadı, “niye” ve “nasıl” kaybetmişlerdi çocuk ruhlarını? Pencerenin önünde otururken uçurtmayı gördü havada, özgürmüş gibi dalgalanan rengarenk uçurtmayı. Ona gitmek istedi, gidemedi. Oysa kendine ne kadar da benziyordu uçurtma. İpini koparıp uzaklaşmak istiyordu belli ki o da. Kendi için büyük olaydı, her çocuk olduğu gibi; ayakkabılarını kendi kendine bağlamıştı. İki yanı demirlere sarılı, küçücük güçsüz ayaklarının zorlukla taşıdığı kapkara ayakkabılarını... İpini kopartmaya çalışan uçurtmayı düşündü, bağlarken. İpin gerildiğini hissetti. Öyle ya, özgürlüğe ilk adım olabilirdi bu. “Renkli renkli” gazeteleri, dergileri soluksuz okuyan, “renkli renkli” televizyonlarda birbirlerine bağıran, kavga eden insanları, kanlı savaşlı görüntüleri apansız izleyen büyüklerini gördü; amcalar, teyzeler, dayılar, yengeler! Hepsi! Hepsi! Sonra sigara içenleri gördü. Puro içenleri de. Bu pis kokulu şeyin yararını anlayamadı belki ama, puro içenler daha büyüktü diğerlerinden; fark etti... Derken biraz daha büyüdü, evinin dışında, tam karşısında yanan ışıkları fark etmeye başladı. Kendi gibi çocukları, hayatı gördü. Rüzgarla sallanan ağaçları, özgürce dolaşan kedileri, sahibiyle oynaşan köpekleri, çiçeklerle dans eden arıları, kelebekleri. Gitmek istedi, gidemedi. Büyüklerinden istedi gitmeyi, götürmediler. “neden”?, uzak değildi ki oradakiler. Uçurtma geldi aklına yine. İpini kopartmaya çalışan uçurtma... Kendini sevmeye verdi. Günün büyük bölümünü üzerinde geçirdiği yatağını sevdi, başını koyduğu yastığı sevdi. Evinin üç odasını gezebildiği tekerlekli sandalyesini sevdi. Taşımakta zorlandığı o kapkara ayakkabılarını sevdi. Televizyonda seyrettiği çizgi filmleri sevdi. Pencereden gördüğü masmavi gökyüzünü, beyaz olsun gri olsun bulutları, penceresinin camına düşen yağmur damlalarını, bulutlardan düşen yıldırımları, onu korkutan gök gürültülerini sevdi. Ve hayalindeki ipini koparmaya çalışan uçurtmayı sevdi... Düşünmeye başladı sonra. Yorumlamaya, sınıflandırmaya, kıyaslamaya başladı. Fakat düşündüklerini söyleyemedi, söylemeye kalktı, söyletmediler: “Sen anlamazsın!” düşünüyor ama söyleyemiyordu. Yazmayı öğrendi ardından. Kendi kendine, hiç kimseye göstermeden ve düşündüklerini yazmaya başladı defterine, geceleri yorganın altında gizlice. Ve bir şeyler gördü, görmeye başladı. Bir şeyler duydu, duymaya başladı. Onu da istemediler. Görüp duyuyor, ama görmeyip duymuyordu... Kendini iyice sevmeye verdi, insanı sevdi. İnsan artık insanlıktan çıkmıştı belki, sevgiyi sevmeyi unutmuştu hepsi, ama vazgeçmedi. Dönmedi sevmekten. Varsın herkes her konuda dönsündü. O da denizleri, ağaçları hayvanları sevmeye devam ederdi öyleyse. Tabii hayalindeki, ipini koparmaya çalışan uçurtmayı da. Okula başladı her çocuk gibi. Heyecanlandı, sevindi o da. “oku da adam ol” diye diye kandırıldığını bile bile. Hangi eğitimle okuyacaktı, nereye kadar okuyacaktı? Zaten okuyunca ne olacaktı ki? 0 bir özürlüydü. Özürlüye iş verilmezdi. Büyüdü kulaklarında “Memlekette para yok” nidaları, her gün yükselen apartmanların ve yok olan yeşilin aralarında geçti, kaldırımlara takılarak, kah düşerek, kah kalkarak. Son model, gıcır gıcır otomobillerin motor seslerini dinledi, egzozlarını soludu, kendince hayata yaklaştı, hayallerindeki ipini koparmaya çalışan uçurtma ile. Ama, büyükleri aldılar, eve soktular onu, “Yalnız başına dolaşamazsın” diyerek. “Yalnız başına dolaşamazsın”ı anlayamadı. Hayalindeki uçurtmayı hatırladı yine, ipini koparmaya çalışan uçurtmayı. Kendi ipini koparmak istemişti, yapamadı. İyice sevmeye verdi kendini, sevdiklerini anlatmaya başladı defterine. Geceleri yorganın altında, gizlice... Ve bir gün hayalindeki uçurtmayı tekrar gördü gökyüzünde. İpini koparmaya çalışan, rengarenk uçurtmayı. Ve ipini koparıp özgürce dalgalanmaya başladığını gördü uçurtmanın. Kendi ipini de koparmak istedi. Uçurtmaya gitmek, onunla özgürlüğünü tatmak istedi. Hiçbir şeyi böylesine istememişti, kısacık hayatı boyunca! Kendi kendine indi yataktan. Kendi kendine oturdu tekerlekli sandalyesine. Kendi kendine indi basamakları; düştü, kalktı. Uçurtmayı izledi. Ne kaldırımı dinledi, ne çukur dolu yolları, ne de basamakları, ne de “Yalnız başına dolaşamazsın”ı. İpini kopardığını hissetti. Yastığının altında, sevgiyi, sevmeyi anlattığı defterini buldular. Üzerinde ipi kopmuş bir uçurtma resmi vardı...”