Önce ufukta kızıl renklere büründü güneş, gökyüzünü kızıla, sonra eflâtuna boyadı ve uzun zaman sonra da denizde söndü. Gün geceye ulaştı. Şimdi gökyüzü yıldızların süslediği uçsuz bucaksız lâcivert bir umman gibi. Gün batımları nedense bana hep doğduğum, büyüdüğüm yeri; Baf Kasabasını hatırlatır. Bu yüzden efkârlanırım. Gurup vaktini nasıl da beklerdim o şaheser manzarayı görmek için... Bir tepeden seyrederdim güneşin denizde yavaş yavaş kayboluşunu. Her yerde ayni olur diye düşünürdüm o zamanlar. Oysa öyle değilmiş. Yıllar sonra öğrendim dünyadaki en güzel gün batımına sahip yerlerden birinin de Baf kasabası olduğunu.
Ağustos’un son günlerindeyiz. Dört gözle havaların serinlemesini beklediğimiz Eylül’e ramak kaldı ama biz hâlâ sıcakla cebelleşiyoruz. Havadaki sıcaklık hadi neyse de Türkiye’deki son gelişmelerle içimiz daha da kavruluyor. Son aylarda terörle, canlı bombalarla, darbe girişimiyle suikastlarla boğuşan Türkiye, şimdi de haklı nedenlerle savaşa girdi. Savaş kötü bir şey. Ama tarih boyunca da ne yazık ki hep süregelmiştir. Savaşlarda ölenlere mi, sakat kalanlara mı, dağılan, perişan olan hayatlara mı, evlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalanlara mı yanmalı? Hangisi daha az acı ki?..
Belki diğer zorlukların yanında insanların evlerini terk etmek zorunda kalması o kadar da önemli sayılmayabilir. Can korkusu muhakkak ki çok daha önemlidir ama bir süre geçip hayat az çok rayına oturunca o zaman yıllarca yaşadığınız yerden, evinizden ayrılmanın hüznü sarar içinizi. O yerleri, komşularınızı, evinizi özlersiniz. Yeni mekânlar edinseniz, daha güzel evlere sahip olsanız da eski evleriniz içinizde buruk bir özlem olarak kalır. Sizi yıllarca barındıran, sevincinize, kederinize şahit olan o evin terk edilmişliğine, yalnızlığına da üzülürsünüz ayrıca. Çünkü o evle bütünleşmişsiniz, aranızda bir güven ve aidiyet duygusu oluşturmuşsunuz. Ona kendinizden,ruhunuzdan bir şeyler katmışsınız. Bu yüzden yeni evinize alışmak, ona ruh vermek zaman ister. Çünkü bir maddeye bile ruhunu veren şey onun sahibidir. Bir maddenin sahibi nasılsa, madde de sanki onun bir parçasıymış gibi davranır. Evler de öyle.
Ev ilk anda bir barınak, kendimizi savunmaya ihtiyaç duymadığımız koruyucu bir yer gibi düşünülse de, o ayrıca benliğimizin sır perdesinin üzerinden kalktığı, gizli benliğimizin serbestçe ortalıkta dolandığı, kendimiz olmakta zorlanmadığımız, içinde huzur bulduğumuz bir yer; içinde yaşayanlarla özdeşleşip zamanla onların karakterlerini, ruhlarını yansıtan bir mekân özelliği de taşır.
Ben, evlerin de bir ruhu olduğuna inananlardanım ve bu ruh o evin içinde yaşayanların ruhudur. İnsanlar, evlerinde yaşarken aslında o evlerde ruhlarından da izler bırakırlar ki o izler ayni parmak izleri gibidirler. Dokundukları yerlere adeta sinerler. İnsanlar evlerinde mutlulukla, acıyla, hayal kırıklıklarıyla, umutla ya da kederle zaman geçirirler. Evlerinin şahitliğinde çok şeyleri paylaşırlar. Bu kadar yoğun yaşanılan ortamlarda ruhlarından izler kalmaması mümkün müdür? Bu yüzden evlerin de tıpkı insanlar gibi mutlusu, mutsuzu, duygulusu, duygusuzu, huzurlusu, telaşlısı vardır.
Eskiden beri yok olmaya terk edilmiş, çatıları çökmüş, virane haline gelmiş evler beni hep etkilemiştir. O evler kim bilir kaç nesle yuva olmuş, kimleri konuk etmiş, nasıl bir hayat yaşanmıştır içinde diye hep düşündürmüştür beni. O kadar ki; o evlerde bir zamanlar kaynatılan buğdayın, pişirilen aşurenin kokusunu alacak; bahçesinde körebe, saklambaç oynamış çocukların sesini duyacak kadar!.
Kıbrıs’lılar olarak hayatımız boyunca gerek mecburi göçlerden, gerek bir süre yurt dışında oluşumuzdan, biz de çok ev değiştirdik. Bu evlerin her birinde muhakkak ki kendimizden bir ses, bir koku, bir ruh bıraktık ama ille de çocukluğumuzu geçirdiğimiz evleri hiç unutamadık. Çünkü o evlerde henüz parçalanmayan, savrulmayan, anne- baba himayesinde geniş ailelerdik. Seneler sonra o evlere yeniden gitsek eminim ki o günlere ait anılarımızı yeniden yaşayacak, o günlerin içimizde canlı kaldığını hissedeceğiz. O evlerde bıraktığımız izlerden bazılarını yeniden yakalayacağız. Belki bir ses, belki de bir kokuyla…