“ Başlamak, bitirmenin yarısıdır” derler. Bugün nedense yazmaya başlayamıyorum. Yazılacak, söylenecek o kadar şey varken hangisini yazacağımı seçemememden mi, yoksa moral bozan onca haberi yeniden satırlara dökmenin beynimi ve midemi bulandırmasından korktuğumdan mı? Kestiremiyorum. Oysa biliyorum ki bir işe zorla da olsa başlamak gerekir çünkü başlamak bitirmenin yarısıdır. Acaba bugün nereden başlasam, nerede bitirsem?...
Dünyanın her tarafını; doğu, batı ayırt etmeden her yönü saran ve günlük yaşamı korku, panik ve endişeye bulayan terör olaylarından mı bahsetsem?... Yoksa bu küçücük adada 1974 ten beri ardı arkası kesilmeyen; talanı, peşkeşi, haksız kazancı kendilerine prensip edinen gelmiş geçmiş siyasilerin usulsüzlüklerden, hakkı hukuku hiçe sayan son marifetlerinden mi?.. Tabii onlara siyasi demek mümkünse eğer… Sanırım bu pek de mümkün değil. Çünkü halk tarafından seçilmiş bir siyasetçinin, devlet işlerini milletin yararına düzenleyip yürütmekle mükellef olması gerekirken bizimkiler tam aksine yetkilerini halk için değil, kendi çıkarları için kullanmaktadırlar. Bir kere iktidar koltuklarında oturan bu zatların her şeyden önce davranışlarıyla, uygulamalarıyla örnek olmaları gerekirken onlar her seferinde halkı güvensizliğe, belirsizliğe, mutsuzluğa sürüklemekten kaçınmıyorlar. Pişkinlikleriyle neredeyse övünüp, aldıkları tepkilerden hicap bile duymuyorlar.
Amaaan!… Yine giriştim ayni konulara. Yazdıkça daha da geriliyorum. Bu negatif olayların etkisinden uzaklaşmak için rahatlatacak bir şeyler bulmak in iyisi olacak sanırım. Hazır Ramazan ayındayken eski zamanların huzurlu ramazanlarını yeniden yaşamak sanırım herkese iyi gelecektir
Nerede şimdi o eski Ramazanlar ve bayramlar?.. Nerede o tasasız çocukluk günleri?..
*****
Ramazan gelince evimizin havası değişirdi. Telaşlı bir sevinç kaplardı içimizi. Hele akşamüstleri; coşkuya dönüşürdü bu sevinç. Çünkü top atılacak, iftar edilecekti. Minarelerdeki kandiller topun patlamasını müteakip yanınca, sevinçli çığlıklar atardık mahalledeki diğer çocuklarla. Annem de babam da oruç tutarlardı. Annem bahçe işlerinden artan zamanı yemek yapmakla geçirirdi öğleden sonraları. İftar sofraları bile daha farklıydı o zamanlar. Mesela babam hoşafsız bir iftar sofrasına katlanamazdı. Mutlaka hoşaf da olacaktı masada. Sahurda da kıymalı yumurta muhakkak olmalıydı. Babamın olmazsa olmazlarıydı bunlar. Her zamankinden daha zengin olurdu iftar sofraları. Altı kardeştik. Kolay değildi o zamanlar kalabalık bir aileyi geçindirmek. Bu yüzden bütün gün babam da annem de bahçede çalışırlardı. Büyük kardeşler de okul olmadığı zamanlarda onlarla birlikte çalışırlardı. Salih abimle ben biraz daha şanslıydık. Evin küçükleri olduğumuz için bize biraz torpil geçilirdi, ama her zaman yapabileceğimiz işler verilirdi bize de.
İftardan sonra babam camiye giderdi. Dönüşünü dört gözle beklerdik çünkü mutlaka bir sürü şekerleme ve lokumla dönerdi eve. Derken bayram telaşı başlardı. Evde esaslı bir temizliğe girişilirdi. Her taraf tepeden tırnağa elden geçirilirdi. Hepimiz hevesle katılırdık bu faaliyete. Daha bir heyecanlanırdık bayram arifelerinde çünkü yeni giysiler, ayakkabılar alınacaktı bize. Şimdiki gibi öyle her fırsatta kıyafet ve ayakkabı alınmazdı o zamanlar. Bu yüzden bayramlar bizim için çok özeldi. Bayrama birkaç gün kala babam bizi çarşıya çıkarırdı. Bütçesinin elverdiği kadar bir şeyler alırdı her birimize. Ayakkabıların o zamanlar nedendi bilmem ama çok daha özel bir önemi vardı bizim için.
Arife gecesi heyecan dorukta olurdu. Sabahı iple çekerdik adeta. Bayramlık giysilerimiz ve ayakkabılarımız başucumuzda zor dalardık uykuya. Ertesi gün daha güneş doğmadan uyanırdık ıslak toprak kokusuna. Belli ki annemle ablamlar çok önceden uyanıp avluyu süpürmüş olurlardı. Toprağın kokusuna fırında pişen kebabın ve kadayıfın kokusu da karışınca o gün daha da bir bayram olurdu bizim için.
Babam, bayram namazına, camiye giderdi erkenden. Kahvaltı için onun dönüşünü beklerdik. Evdekilerle bayramlaştıktan sonra annemle babam bizi önce yaşlı hısım- akrabanın elini öpmeye götürürdü. Sonra mahalledeki çocuklarla gün boyu oynardık. Bayram geceleri de o zamanlar çok renkli ve eğlenceliydi. Kasaba’nın bir meydanı bayram yeri olarak hazırlanırdı. Yiyecek, içecek yanında çocukların eğlenmesi için salıncaklar, atlı karıncalar, dönme dolaplar kurulurdu o meydana. Şimdi her köşe başında bulunan lunaparklar yoktu o zamanlar. İyi ki de yoktu. Olsaydı eğer, o günlerin de değeri kalmaz, yıllar sonra böyle hatırlanmaz, ve hayatımızın en güzel günleri diye anılmazlardı. Necip Celal Andel’in de bir tangosunda dediği gibi;
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer/ Bir an acı duyar insan belki/ Sevmişse biraz eğer/Anlar ki geçenlerin /Rüyaymış hepsi meğer/ Rüya olsa bile o günler / Hayali cihan değer.”