GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ….
Bekleyişlerin son bulduğu nokta
Sabrın da acının da isyanı bitti
Gün soldu, zaman sarardı
Duygular aldı başını uçtu gitti
Hüzün bile yakışmıyor artık bize
Çıkmaz sokaklara daldık bir kere
Bir kara dumandır inen hayata
Her gün, her gece…
(*)
Uzun zamandır belirli bir zümre dışında Kıbrıs Türk toplumu olarak, başta ekonomik sorunlar ve iyi yönetilememenin sıkıntılarını yaşıyoruz ki bu durum da çoğu insanın bedenen ve ruhen çöküşüne sebebiyet veriyor. Toplumun tüm sıkıntısına ve direnişine rağmen, yaşam düzeyinin iyileştirilememesi ama buna karşılık gücü elinde tutanların gerek iş bilmezliği gerekse sadece kendi çıkarlarını düşünmesinden dolayı toplumda önceleri yaratılan isyan ve infialler zamanla yerini dayatılmış bir çaresizliğe bırakıyor. Yine de yaşama tutunmanın bir yolunu bulmaya çalışıyor ve gelecekte bir umut görmediğinden eski günlerin anılarına sığınıyor insan.
Bugün benim için de öyle oldu. Eski öğrencilerimden birinin sürpriz telefonu imdadıma yetişti ve beni o aydınlık öğretmenlik yıllarıma götürdü.
Anılar ne zaman gelip dayansa kapıma; söz ve müziği Necip Cemal Adler’e ait o güzel tango takılır dilime: Geçmiş zaman olur ki/ hayali cihan değer/ Bir an acı duyar insan belki/ Sevmişse biraz eğer/ Anlar ki geçenlerin/ Rüyaymış hepsi meğer.
*****
Yeni mezun olduğum yıllardı. Liselerde kadrolar doluydu ve ben birkaç yıl ilkokul öğretmenliği yapmıştım. Önceleri pek istememiştim; küçük çocuklara faydalı olamayacağım endişesindeydim. Sonradan anladım ki onlarla geçirdiğim yıllar meslek hayatımın en güzel zamanlarıymış. Tertemiz; masumiyetin simgesi olan o çocuklara bir şeyler öğretebilmek, onlarla vakit geçirmek kadar güzel bir şey yokmuş. Örülmüş veya itinayla taranmış saçları ile sınıfa girişlerini unutmadım. Nasıl unuturum ki; utangaç bakışlarla ellerindeki çiçekleri bana uzattıkları günleri!. Sorduğum sorulara doğru cevaplar verirken gözlerinde gördüğüm sevinci!. Bir “aferin” in onların gün boyu mutluluğuna yettiğini!. Hele bazılarının yanlış bir şey yaptıklarını bilmeden sevgilerini kanıtlamak için evden annelerinin, ablalarının takılarını alıp bana getirdikleri günleri unutmam mümkün mü?. Getirdiklerini ailelerine iade ederken yüzlerinde okuduğum utancı ve yaptıklarının yanlış olduğunu onlara anlatırken gözlerinde boncuk boncuk biriken inci tanelerini hiç unutmadım.
Lise öğretmenliği yaptığım yıllarda da o öğrencilerimin bir kısmı yine öğrencimdi. Hatta İstanbul Başkonsolosluğunda ataşe olduğum yıllarda da üniversite öğrencisi olarak onların bazıları yine hayatımdaydı. Hem de sevgi ve saygıları hiç eksilmeden!. Artık yetişkindiler ve ben onların hem unutamadıkları öğretmenleri, hem ablaları, bazılarının da velileriydim. Kaldıkları yurtlardan benim iznimle çıkabilirlerdi. Bazı hafta sonlarını birlikte geçirirdik. Şimdilerde onlar meslek sahibi oldular. Anne, baba oldular. Ben emekli oldum. Yine de izimi bulan o öğrencilerim hâlâ beni arıyorlar, geliyorlar ve tam bir vefa örneği sergiliyorlar. Hatırlanmak, unutulmamak!.. Hayatta bundan daha büyük mutluluk olabilir mi?. Bazılarıyla öyle enteresan anılarım var ki, bir tanesini anlatmadan yazımı bitirmeyeceğim.
*****
Halen İstanbul’da yaşayan bir öğrencim... Kariyer sahibi, iki üniversite bitirmiş, üçüncüsüne devam ediyor. Ayrıca bir üniversitede de öğretim görevlisi. Kızını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışan bir anne ayni zamanda. Kıbrıs’a geldiği sayılı günlerde bana hep uğrayan, ben İstanbul’a gittiğimde hep arayan ilkokul öğrencim. Bir seferinde onunla Beyoğlu’nda buluşup derin sohbetlere, eskilere daldığımız bir gün aniden bir şey hatırlamışçasına “ O çocuk ağacın arkasında niye saklanıyordu?” diye beni çok şaşırtan bir soru sordu. Şaşırdım!. Etrafıma bakındım ne ağaç vardı ne de çocuk. Hayretle yüzüne baktım. Anladı şaşkınlığımı. Meğer İlkokuldan beri merak ettiği bir şeyi soruyormuş bana bunca yıldan sonra.
Biliyor musunuz?.. Ben o yıllarda çocuklar derslerden sıkılmasınlar, değişiklik olsun diye ve en çok da onların yaratıcılığını ortaya çıkarmak gayesi ile karatahtaya renkli tebeşirlerle resimler çizer; onlardan bu resimlerin ne düşündürdüğünü yazmalarını isterdim. İşte öyle bir gün de tahtaya çizdiğim resimde kocaman bir ağacın arkasına saklanmış bir çocuğu da resmetmiştim galiba. Her öğrenci kendi düşünceleri doğrultusunda bir şeyler yazmıştı kompozisyon gibi. O ne yazmıştı bilmiyorum. Beni hayrete düşüren; aradan bunca yıl geçmesine rağmen onun bir resmi bile unutmaması ve benim o resim hakkındaki düşüncemi merak etmesiydi.
Öğretmenlik sorumluluk gerektiren kutsal, onurlu bir meslek!. Malzemesi insan olan ve o malzeme ne kadar özveri ile sevgiyle yoğrulursa insanlığın geleceğine o denli iyi yön verecek olan bir meslek. Ben yetiştirdiğim öğrencilerimle gurur duyuyorum. Onlarda olumlu izler bıraktığıma inanıyorum. Onların beni unutmadığını biliyorum. Benim de onları ve onlarla geçirdiğim o yılları hiç unutmadığım gibi...
(*) Gün soldu zaman sarardı kitabımdan.