Dünyanın kapandığı Mart-Mayıs döneminde öyle gerektiği için değil, düpedüz korkudan ve dünyanın geri kalanının çevresiyle iletişimi kesmesiyle mecburen kapandık.
Karşımızda, istatistiklere göre bulaştığı her yirmi kişiden birini süründüre süründüre öldüren bir illet vardı ve hala da var.
Üstelik de Dünya Sağlık Örgütü, nerden vahiy geldiyse, bir sene önceden böyle bir pandeminin beklendiğini dünya devletlerinin hükümetlerine bildirdi.
Hükümet o süreci, işin doğrusu, bütün hatalarına rağmen fena da idare etmedi, yiğidi öldür hakkını yeme…
En büyük ve ekonomik açıdan ölümcül hata, öngörüde bulunup, durum felakete evrilmeden önce dışa kapanmayı göze alamamaktı.
Eğer Şubat sonu veya Mart başında tüm sınırları en azından iki aylığına kapatıp da içe dönük olarak normal bir hayat yaşasaydık, memlekete sadece gerekli yaşam malzemelerinin girişine izin verseydik, tüm eğitim kurumları, tüm piyasa, tüm hastaneler açık kalacaktı, hayat normal devam edecekti, sadece dıştan gelecek olan turistler gelemeyecekti, oteller iç turizme hizmet edecekti…
Ama arsızlığımız ve düşüncesizliğimiz buna izin vermedi, belli kesimlerin tepkilerinden korkan hükümet de radikal kararlar alamadı, geri dönüşü zor bir sürece göz yumdu, en az 50 bin üniversite öğrencisi, ki herbiri 20 nitelikli turiste bedeldir, ülkeyi terketti.
Yine de, KKTC, resmi olarak uluslar arası alanda tanınmasa da, bu süreçte en güvenli birkaç ülkeden biri olmayı başardı.
Bu büyük bir artıydı ve sonrası için bu imaj özellikle yüksek öğrenim ve turizm sektörlerinde gelecekteki politikaları belirlemek için kullanılmalıydı.
Ancak 1 Temmuz itibarıyla bu imaj yerle bir oldu.
İpini koparan uçağa, gemiye atladığı gibi memlekete doluşmaya başladı.
Gelenlerden tek istenen bir pcr testi, ki onun da güvenirliği tartışılır.
Kim niye geliyor, soran yok, memleket bir anda eski bildik sorma gir hanına döndürüldü.
Hükümetin böylesine bir hataya düşmeye, böylesine sorumsuzca davranmaya ne hakkı var, ne de yetkisi.
Yapılan uygulama düpedüz Anayasa’ya aykırıdır ve tüm toplumu ölümcül bir riske atmaktadır.
Tabipler Birliği isyanları oynamakta sonuna kadar haklıdır.
Aslında bizim tam bir açık hava tımarhanesinde yaşadığımız 1 Temmuz’dan çok önce bir daha tescillenmişti.
Mayıs’ta millet sokağa çıkmaya başlayınca, memleketi bir uçtan diğer uca cayır cayır yaktık.
Bütün meyhaneler, barlar, gece kulüpleri filan tam gaz çalışmaya başladı, ortalık bir hafta içinde bildik açık hava tımarhanesi görüntüsüne büründü, gürültü patırtı aldı başını yürüdü, millet zincirinden boşanmış mandalar gibi ortalığa dağıldı, trafik yine tam bir kaosa dönüştü, hiç kimse hijyen ve sosyal mesafe kurallarını filan takmadı, halen de takmıyor.
Bir de bunların üstüne 1 Temmuz’da hadsiz hesapsız açılım kararı geldi, açılım tam bir saçılıma dönüştü.
Resmen döküldük, saçıldık, dört ucundan koyverdik, sorumsuzluk aldı başını yürüdü.
Yakaladığı her yirmi kişiden en az birini öldüren ve böylesine bulaşkan ve ölümcül bir illet karşısında dört ucundan koyverecekseydik, eğer durum böyle olacaksaydı, ne halt etmeye iki ay boyunca kapandık?
Resmen ve göz göre göre cehennemin kapılarını açtık.
Herkes aklını başına toplamalıdır, aksi takdirde bizi kaos değil, resmen cehennem bekler.
Bu ülkeye girişler kesinlikle sınırlandırılmalıdır, ipini koparan uçağa, gemiye atlayıp buraya gelememelidir.
Hükümet bu ülkeye gelecek olanları kategorilere ayırdı ama hangi kriterlere göre kimlerin geleceğini net bir şekilde belirtmedi.
Ya akıllarına gelmedi, ya da kasten kimlerin gelebileceğine dair bir kriter ortaya koymadılar.
Pandemi sürecinde bu ülkeye sadece;,
- KKTC vatandaşlarının,
- Üniversite öğrencilerinin,
- Turlarla gelecek ve belli sağlık kriterlerini yerine getirmiş turistlerin,
- Özel şartlarda ülkeye gelme hakkı olanların (örneğin kızı, oğlu, anası, babası gibi yakın akrabaları burada daimi ikamet edenler)
- Askerler ve ailelerinin girişlerine izin verilmelidir, bunların haricinde hiç kimse memlekete sokulmamalıdır.
Bu insanların ülkeye gelişlerinde sistematik olarak kısa, orta ve uzun vadede hangi tedbirlerin uygulanacağı konuşulmalı, belirlenmeli ve derhal uygulamaya sokulmalıdır.
Manzaraya baktığımızda ise durum böyle değildir, canı isteyen sorma gir hanına elini kolunu sallaya sallaya girer gibi buraya gelmektedir, üstelik de çok rahat bir şekilde gelmektedir, tedbirlerse olabilecek en vasat seviyededir.
Dünyanın en ilkel ve en başıboş memleketine bile bu kadar rahat giriş yapılamaz.
Hükümetin böyle bir zamanda bu kadar gevşek davranmaya ve kendi vatandaşlarının canını riske atmaya hiçbir hakkı yoktur.
Avrupa Birliği’nin kontrollü açılımın nasıl olacağı konusunda hazırladığı kapsamlı bir rapor var, gayet bilimsel ve mantıklı şekilde hazırlanmış bir rapor.
Bu rapor bizim hükümetin elinde de Türkçe’ye çevrilmiş olarak var, o raporda genel hatlarıyla belirtilen tedbirlerden bize uygun olanlara uyulması bile toplumun emniyetini sağlamak açısından yeterlidir.
Aksi takdirde, açılalım da ekonomik yönden rahatlayalım darken bizi bekleyen tehlike, hem ekonomik, hem sağlık, hem de sosyal yönden çöküştür.
Kaybedeceğimiz insanlarımız da cabası olacak.
Kısacası, maddi ve manevi kayıplarımızın boyutu tahammül edilebilir boyutta olmayacak.
Düşünsenize, 1955’den 1974’e yaşadığımız kaotik yıllarda kaybettiğimiz insan sayısı 2500 bile değildi.
Diğer taraftan, ülkemizde solunum yolu enfeksiyonlarına yakalanan bin kişiden biri bile ölmezken bu illet bulaştığı her yirmi kişiden en az birini öldürüyor ve bu oran risk alınacak bir oran değildir.
Memleketin nerdeyse yarısı kalp ve şeker hastasıdır, en az on bin de kanser hastası vardır.
Kaldı ki, çok sağlıklı, sapasağlam insanlar bile bu illete dayanamıyor, ölüyor.
İkisi akraba, biri tanıdık üç kişiyi kısa sürede öldürdü, bu üçünün ikisi gayet sağlıklı ve genç insanlardı, biri kalp hastasıydı, virüse yakalandığını anlamaya fırsatı bile olmadan öldü.
Aynı şekilde, hayatını kaybedenler arasında uzaktan tanıdıklar da var ve genelde hepsi de sağlıklı insanlardı.
Memlekette ciddi risk altında olan en az 50 bin hasta var.
Öyle çakma bilim insanı müsveddelerinin aklıyla gider ve herkes bir şekilde bulaşsın, ölen ölsün, kalan sağlar bizimdir mantığıyla gidersek, en az 3 bin insanımızı kaybederiz, ki bu da en iyimser tahmindir, nüfus geneline bakarsak ve ülke nüfusunu 400 bin olarak baz alırsak, çok da uzun olmayan bir zaman süreci içinde en az 20 bin insanımızı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Dünyada şu ana kadar bu illete yakalanan insan sayısı 10 milyonu geçti, ölüm sayısı da 500 bini geçti.
Bu da sadece elde edilen resmi bilgilerden kaynaklı veriler, bir de elde edilemeyenler var ki bulaş oranına bakıldığında enfekte olan hasta sayısı değil 10 milyon, en az 100 milyon olması lazım.
Ölümler de belirgin şekilde belli sebeplerden dolayı gizleniyor, bu da bir gerçek.
Dolayısıyla gerçek vaka sayısıyla gerçek ölüm sayısı net olarak bilinmiyor.
Net olarak bilinen tek şey, resmi olarak bildirilen vakalar ve ölüm sayıları, ki o da yirmide bire denk geliyor.
İşin şakası yok, ama durumun ciddiyetinin farkında olmadığımız da kesin.
Durum güvenli ülke imajından bir anda koptuğumuzu, bugüne kadar yapılanların boşa gittiğini, göz göre göre hızla felakete doğru evrildiğimizi, ve bu gidişat böyle devam ederse, işimizin sadece Allah’a kalacağını gösteriyor…
Bir taraftan Mercedes’te, BMW’de gezmeyi prestij zannederken diğer taraftan virüsten çok daha büyük bir tehlike olan ve paçalarından cehalet ve sorumsuzluk akan bir zihniyetin esareti, gölgesi altında yaşamaya mecbur olmak, ne büyük bir acıdır, ne büyük bir gamdır…
Malesef ki, virüsten daha tehlikeli olan ve bizi tüketen bu zihniyettir.