AZ GİTTİK… UZ GİTTİK… KIVANÇ BUHARA “ – Böyle konuşma, yüreğini serin tut. Bak, kısa zamanda nasıl her şey düzelecek. Güneş yeniden doğacak elbet” dedi yaşlı kadın, elleri ile akan gözyaşlarını silmekte olan genç kıza! Dışarda, Mayıs sıcağının akşamüstü esintisi vardı. Güneşin solgun ışıkları, Beşparmak dağlarının arkasından yavaş yavaş kayboluyordu. Her şey daha suskun, daha dayanılmaz oluyordu geceleri! Yalnızlık öyle bir ölümdü ki… Simsiyah gözleri açıktı karanlığa karşı. Uyuyor muydu? Bu kör olası şehirde, yalnızlığın bu kahredici zehri uyku muydu, yoksa ayak parmakları üstünde sessizce yaklaşan Azrail miydi? Zalihe teyzeyi uyku tutmadı. Annesinin çeyizinden kalma kerevetin sert tahtası üzerinde sabaha Kadar ah of çekerek döndü durdu! Nilgün’ün yetimliğine mi yansa, yoksa onu yaşama bağlayan tek insan nişanlısı Tanju’nun on beş gün önce bir trafik kazasında ölmesine mi? Zavallı kızcağız, bundan böyle yapayalnızdı bu adaleti olmayan kahpe dünyada… Sonra kendinin yaşadığı rezil hayatı düşündü. Otuz beş yaşında dul kalmamış mıydı? İkisi kız üç çocukla yapayalnız, bir başına! Kocasını kaybettiği günlerde intihar etmek istemişti de, çocukları gözlerinin önüne gelince… Çocuklarını ele güne nasıl bırakabilirdi? Çocuk yuvasında, çocuk esirgeme yurdunda nasıl büyürlerdi öksüzleri? Sonra aklına kötü şeyler geldi. Çocuk yuvasının bakıcıları çocuklarını döverler miydi? Bunları düşündü genç dul Zalihe… Ve ta ayak parmaklarına kadar titrediğini hissetti. Her yanı uyuştu birden! İntihar etmekten vazgeçti. Ne olursa olsun çalışacak, çocuklarını büyütecekti. Tanrı’ya çok şükürler olsun, bu günlere kadar düşe kalka gelebildi. Kimseye muhtaç ettirmedi onları. “ Saçını süpürge etti” derler ya…17 Şimdi bir garibi, bir öksüzü daha vardı. Kol kanat germezse, sahip çıkmazsa kaybolup gidecek Nilgün! Kararını verdi. Sabah olur olmaz onu arayacak, teselli edecek, gerekirse onu geceleri yalnız bırakmayacaktı. Gençti, güzeldi, alımlıydı Nilgün. Nasıl olmasa bir de iş bulur, kendine yeni bir yaşam kurabilirdi. Zalihe teyze sabah ezanı ile uyandı. İçinde tarifsiz bir üzüntü, iflah olmaz bir maraz, bir karanlık sıkıntı vardı. Gidip Nilgün’ün kapısını çalsa, baksa geceyi nasıl geçirdi… Daha çok erkendi. Alacakaranlıktı dışarısı. Biraz daha sabah olsun diye düşündü. Sabah aydınlığı başlayınca Nilgün’ün kapısını çaldı. Defalarca vurdu kapıya… Bağırdı! Pencereye gitti. Acı acı dövdü pencerenin pancurlarını… Nilgün’ den ne bir ses ne bir nefes vardı! Gecenin hain karanlığında, ayak uçlarından sessizce yaklaşan Azrail, Nilgün’ü o gece Nişanlısı Tanju’nun yanına götürdü. Karşıdaki dağlara, bir beyaz gelinliğin gölgesi düştü! Lefkoşa’dan Beşparmak dağlarına doğru dikkatlice bakın! Değirmenliğin üstündeki çorak tepelerde Nilgün’ün beyaz gelinliğini göreceksiniz… Taş ocaklarının orada…