HAYATIN ANLAMI NEDİR?

Hatice İNTAÇ

Üstünde Okyanusları, denizleri, nehirleri, dağları ovaları ve canlıların hayatını devam ettireceği cümle ağaçları, bitkileri var eden toprağı barındıran; tıpkı bir ana gibi evlatlarını ayırmadan koruyan, affeden, ürünlerini cömertçe sunan ve doyuran doğa…

 

Ve:

İnsanoğlunun doyumsuzluğuna kurban edilen, onun bütün haklarına el konulan, bedenine, ruhuna tecavüz edilen, değerleri hoyratça ve acımasızca gasp edilen doğa.. Bütün zulümlere rağmen dost olarak kalacağını sandığımız organik yuva..

 

Ama:

Onun da bir sabrı vardır. Gün gelir o sabrı son raddeye getiren açgözlü zalimlerin yüzüne, taşkınla, tufanla, hortumla tokatını atar. Bu uyarıcı tokattan da ders alınmazsa depremle, volkanla, fırtınayla, thusunami ile ateşle uyarır. İnsana ana gibi davransa, uyarılarla ders vermeye çalışsa da;  bir türlü uslanmayıp bildiğini okuyan insanın zalimliğine artık tahammülü kalmaz ve sonunda da verdiklerinin hepsini bir bir geri alır.

 

Çünkü:

Bazılarımız kabullenmekte zorlansak da,  içinde yaşadığımız gezegen de tıpkı bizim gibi yaşayan bir varlıktır. Nefes alıp veren, hisleri ve kalbi olan bir varlık.. Soluduğumuz hava, mevsimler, denizlerdeki gelgitler, gündönümleri ve ekinokslar, bitkilerin mevsimlere göre dağılışları düşünüldüğünde bunun doğru bir kavram olduğunu anlamak o kadar da zor değildir.

Nedense tam da bu anda görüşleri ve felsefi düşünceleri çok farklı hatta bazen çılgınca diye yorumlanan Alman filozof  Friedrich Nietzsche’ nin  “ Tanrı öldü, Tanrı öldü.. Onu biz öldürdük” diyen sözleri sanki kulaklarımda yankılanıyor.  O, bu sözleri kilise ve din için söylemiş olsa da doğanın da hakkını yememiştir. Nitekim  “Elimize geçen her kökü söküp atarsak daha sonra bu kökten güzel bir çiçek ortaya çıkması olasılığını da yok etmiş oluruz” veya “Yaşadığımız zorluklardan utanç duymamalıyız ama eğer bu zorlukları işleyip bunlardan güzel bir şey ortaya çıkaramadıysak belki o zaman utanabiliriz” cümleleriyle de doğaya vurgu yapmıştır. Bir deyiş vardır, der ki:  “Tanrı, taşların içinde uyur, bitkilerin içinde düş görür, hayvanların içinde hareket eder ve insanlığın içinde uyanır.” Bundan çıkan en mantıklı sonuç da doğanın Tanrının yeryüzündeki bir tezahürü olduğu olmuyor mu?.. O zaman Nietzsche bir anlamda doğayı öldürmenin Tanrıyı öldürmekle eş anlamlı olabileceğini de kastetmiş olabilir diye düşünüyorum. Aslında  insan da dahil  bütün canlılar dünyadaki hareketin, bilincin zaman ve uzay içinde gelişiminin birer parçası değil midir?.

İnsanı, dünyadaki varlıkların en mükemmeli olarak nitelemekle beraber onun da olanakları, yapabilecekleri sınırlıdır. Bunun en önemli sebebiyse ölümlü oluşudur. İdealleri, yapmak istedikleri, hayalleri olan insanın ne yazık ki bunları gerçekleştirmesi ömrünün yetersizliği ile  olduğu kadar kâinatın sırrına tam anlamıyla vakıf olamamasıyla da alâkalıdır.

Hayat çoğu zaman beklenmeyen iyi veya kötü sürprizlerle birlikte gelir. İnsanın gücü ve yetenekleri bazen bunlara müdahale etmeye yetmez. Ona bir bakıma “kader” deyip geçeriz ama bir de kendi hatalarımızdan ve dikkatsizliğimizden dolayı yaşadığımız olaylar vardır. Öyle zamanlar olur ki bu hatalara düşmemek için kendimizi sorgulamaya başlarız. Bunu yaparken daha da ileri gider, kişiliğimizi çözmeye çalışır, içimizdeki “ben”i keşfe çıkar, yaşamı anlamının ne olduğunu düşünürüz. Gerçekten nedir şu başı belli ama sonu nereye kadar gideceği belli olmayan hayatın anlamı?

Tanrının takdiri ile mi yoksa tesadüfen mi (?) geldiğimiz bu gezegende nasıl yaşadığımızın farkında mıyız? Yaşam sınırlarımızı, amaçlarımızı biliyor muyuz?  Hayatı düşünmeden, hissetmeden sanki bir maratondaymış gibi tüketirken neden kendimize bu kadar vurdumduymaz olabiliyoruz? Bilincimiz hep, gündelik hayatın, yapılması gerekenlerinin kuşatmasında. Her an bir şeylerin peşinden koşuyoruz. Güya hayatı anlamlandırmak için durmadan bir şeylerle meşgul oluyoruz. Örneğin televizyonda dizi veya film izliyoruz ve oradaki karakterler bile kendi potansiyelimizden daha çok ilgimizi çekiyor. Kimlik bilincimizi hep bir kenara itip bazen anlamsız konuların bile peşine düşüyoruz. Bu yüzden de her gün biraz daha fazla kendimize yabancılaşıyor; kendimizde kayboluyoruz.
 

Dünyada hiç değişmeyen iki gerçek vardır. Doğum ve ölüm… Gerisi müphem... İnsanlar bu dünyada doğarlar yaşarlar ve ölürler. Fakat pek çoğu neden bu dünyaya geldiğini, hangi amaca hizmet ettiğini veya hangi ideolojinin oyuncağı olduğunu düşünmez bile. Yani kendine soru sormak ihtiyacı duymadan yaşar sınırlı olan hayatını. Bu tip insanların yaşamları tekdüzelik ve her şeyi akışına bırakarak bir robot misali sürüp gider. Bir kez olsun bu gezegendeki varoluş nedenlerini sorgulamazlar. Çünkü bu sorunun cevabını vermek için kendileriyle yüzleşmekten korkarlar. Bu yüzdendir ki ya sürekli bir işle meşgul olurlar,  ya da hep dışlarında gelişen olaylarla ilgilenirler. Aslında bu tür davranışların altında hep insanın kendi kendisiyle baş başa kalma korkusu ve hatalarıyla yüzleşme endişesi vardır. Oysa o hata ve olumsuzluklardan kurtulmanın ve artık doğru yaşamanın bir yolu vardır ki o da insanın kendisiyle yüzleşmesi ve geriye kalan yaşamında huzura ve mutluluğa ulaşmanın yollarını aramasıdır… Çünkü dünyada deneyimlenecek, yaşanacak, hayatı huzurlu kılacak o kadar çok şey varken sadece bir noktaya takılı kalmak, ömür dediğin şeyi boşa tüketmek demektir. İçimizdeki anlam veremediğimiz boşluğu ve tatminsizliği doldurmak ve hayatımızı anlamlı kılmak da, yaşadığımız süre içinde en çok neyle huzurlu ve mutlu olacağımızı keşfedip ona göre yaşamaktır.

 Geçen gün tesadüfen bir kitapta okuduğum hikâye sanırım hayatın anlamı konusunu benden daha iyi anlatacaktır.  Hikâye özetle şöyle..

“Eski zamanların birinde adamın biri hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı. Kendi düşünmüş durmuş ama cevap bulamamış. Etrafındaki insanlara sormuş, onlar da yanıt verememişler. Sonunda onu dağda yaşayan yaşlı bir bilgeye göndermişler. Zor bir yolculuktan sonra adam dağa, bilgenin yaşadığı eve ulaşmış ve ona hayatın anlamını sormuş. Bilge “sana bunun cevabını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerek” demiş. Bir kaşığa yağ doldurmuş  “şimdi çık, bahçede bir tur at ve tekrar buraya gel. Yalnız dikkat et kaşıktaki yağ bir damla bile eksilmesin yoksa kaybedersin” demiş. Adam bahçeyi turlayıp dönmüş. Bilge bakmış gerçekten kaşıktan yağ hiç eksilmemiş. Bunun üzerine peki bahçe nasıldı diye sormuş. Adam  “peki de ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki” demiş. Bu sefer yaşlı bilge “bu sefer kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi de inceleyip geleceksin” demiş. Adam tekrar bahçeye çıkmış, gördüğü güzelliklerden büyülenmiş çünkü orası muhteşem bir bahçeymiş. Geriye döndüğünde bilgeye gördüğü güzellikleri anlatmış.Bilge gülmüş “ama kaşıkta hiç yağ kalmamış” demiş ve eklemiş “Hayat senin bakış açında gizlidir ve ancak senin bakışınla anlam kazanır” demiş.