Bir kışı daha geride bıraktık. Adada kısa sürse de, yılın en güzel zamanındayız. Doğa uykusundan uyandı. Uzun zamandır özlediğimiz güneşli havalara kavuştuk. Bahar geldi! Rengârenk çiçeklerle bahçeler ve kırlar bayramlık elbiselerini giyinmiş çocuklar gibi sevinirken, onlarla birlikte gönüller de şenlendi, coştu. Kuş cıvıltılarına şimdi, sabahın erken saatlerinde yürüyüşe çıkanların ayak sesleri de karışıyor.Sağlığımız için en başta yapmamız gereken aktivitelerden biri aslında yürüyüş.Hele güzergahınız yeni çiçeklenmiş mimoza ağaçları ile çevrilmiş bir orman yoluysa!.. İlkbahar! Yılın en renkli, en güzel mevsimi! Cumhurbaşkanlığı seçimleri de baharın tam ortasına denk geliyor ama nedense bahar tadında değil. Onun kadar bile heyecanlandırmıyor. Ümit veren; coşturan seçim arifeleri ne yazık ki artık çok eskilerde kaldı. Ben mi yanılıyorum diye düşünsem de; görüştüğüm, konuştuğum insanların çoğunda da ayni ilgisizliği görmek yanılmadığımın kanıtıdır sanıyorum. Çünkü halkın çoğu kurulmuş olan bu çarpık düzenin değişeceğine, değiştirilebileceğine inanmıyor artık. İnsanımız yıllar yılı ayni sözleri duymaktan, ayni vaadleri dinlemekten ve sonunda hayal sukûtuna uğramaktansa kayıtsız kalmayı tercih ediyor. Nasılsa gelen gideni aratmayacak inancı yerleştirildi bilinçaltımıza. Kronik hale gelen Kıbrıs sorununu çözmenin imkânsızlığını kanıksadık artık. Dünyadaki süper güçler(!) istemediği sürece bu sorun çözülmez de hiç olmazsa her gün yenileri eklenen iç meselelerimizi olsun çözebilseydik. Seçimlerle ilgilenenler tabii ki var. Başta adaylar ve yakınları. Gece gündüz demeden kasaba kasaba, köy köy, hatta kahve kahve, ev ev dolaşıyorlar. Ayaklarına kara sular inene kadar!. Konuşuyorlar; dillerinin döndüğü kadar!. Sine-i Millete gidiyorlar, onları kucaklıyorlar, öpüyorlar, dertlerini dinliyorlar, vaat ediyorlar, söz veriyorlar. O kadar ilgili, o kadar mütevâzi ve sevecenler ki bu ziyaretlerinde; şaşırmamak mümkün değil. Yenileri bilmem de eskilerin bu kadar cömertçe sundukları ilgiye, sevecenliğe şaşıyorum doğrusu. Biz onları tahtlarında otururken takındıkları azametle, küçük dağları ben yarattım edaları ile tanıyoruz. Vatandaşı kapılarından gerisin geri döndürürken, sokakta kimseleri yanlarına yaklaştırmazken, asık suratlarıyla ve burunları beş karış havada olarak hatırlıyoruz. Bu değişikliğe inanmak mümkün mü?. Roller mi değişti yoksa? Oy toplamak ve o tılsımlı koltuğa oturmak uğruna onlar mı kibirlerinden vazgeçti kısa bir süreliğine? Kısa süreliğine diyorum çünkü istediklerini elde ettikten sonra yine asıllarına rücû edeceklerine şüphe yok. Her seçimde bu hep böyle olmuyor mu? Hani bir hikâye vardır arap hurmaya çıkmış, inemiyor. Kurban vaad ediyor indirilmek için. İndirilip ayağı yere basınca “mafiş kurban” diyor. Aynen öyle işte!.. Bir söz vardır “ bir şeyin başlangıcı varsa mutlaka sonu da vardır” der. Hayat bile öyle!. Doğum bir başlangıçsa er veya geç sonunda mutlaka ölüm de vardır. Hal böyleyken bazıları neden hep başladıkları yerde kalmakta ısrar ederler? Neden her güzel şeyi kendilerinden başkasına lâyık görmezler ve kazanmak uğruna yapamayacakları şeyler için söz vermeye devam ederler? Hatta iki yüzlülüğe, yalana ve dilim varmıyor ama insanları pohpohlamaya, yağcılığa kadar işi vardırırlar! Her şeyi tadında bırakmak varken bu ısrar, bu doyumsuzluk, bu ihtiras niye?.. *** Yağcılık ve yalakalık!.. Bir karakter yapısı mı, psikolojik bir bozukluk mu? Bunu psikologlar bilir. Benim yağcılık denince anladığım; maddi çıkarları için insanların peşinden ayrılmayan, onlara aşırı övgüler yağdıran kişiler için kullanılan bir ifade olduğudur. Yalakalık yağcılığın daha ileri seviyesidir. Dalkavukluksa iki yüzlü, kurnaz, çıkarcı, entrikacı, göze girmek için yalan söyleyebilen, güçlülerin yanından ayrılmayan, onlara yaltaklanan insan türünün ifadesidir. Kimin, neyin uğruna olursa olsun insanların gerçek kimliklerini gizleyip iki yüzlüğe tevessül etmesi kadar çirkin bir şey yoktur. Hele bu iki yüzlülük yağcılığa, dalkavukluğa ve yalakalığa kadar ulaşıyorsa! Ne yazık ki küçük çıkarlar uğruna bile bunu yapanlar çok. Çıkarları için her yolu mubah sayan insanlar aslında neleri kaybettiklerini keşke bilseler. Kişisel çıkarları için onurlarını güçlü saydıklarının ayakları altına seren, onların önünde eğilen öyle çok insan tanıdık ki!. Onur, izzet, dürüstlük gibi insanı yücelten mefhumlar yerine kendilerini küçültüp bu kadar acınası durumlara keşke düşmeseler. Bu tip insanlar şunu da iyi bilmelidirler ki bu şekilde elde edilen menfaatler bir gün yağ gibi erir gider. Geriye ne mevki, ne de mal mülk kalır. Onursuzluksa baki kalır.