Maalesef dünyanın tespit edilmiş bir deprem kuşağında yaşıyoruz. Geçtiğimiz hafta anavatan Türkiye’de yaşanan ve kayıtlara Marmara depremi diye geçen acı olayın yıldönümü idi. Adı Marmara Depremi olmasına rağmen ana tahrip bölgesi Türk Donanmasının kalbinin de yer aldığı Kocaeli İzmit’in Gölcük ilçesi oldu.
Osmanlı Donamasının ana üssü Kasımpaşa’dan sonra modern Cumhuriyet donanmasının üslendiği bir bölgedir Gölcük. 1974 Kıbrıs Barış Harekatından daha sonra Ege de korunması gereken hak ve menfaatler açısından Marmaris Aksaz da yeni bir donanma üssü olarak hizmete girdi.
Gölcüğe sanırım 30 yıldır gitme fırsatım olmadı.Oysa 20 Temmuz 1974 şafağında Kıbrıs Barış Harekatında Girne Pladani –Yavuz- plajına ilk adımı atma onurunu yaşayan Gazi Amfibi Deniz Piyade Alayının -1968 yılında- leventlerinin ilk kuruluş yuvası ve yeridir Gölcük..
Hemen batı lumbarağzının –karacılar birlik giriş yerine nizamiye ,denizciler gemiye ayak basılan yerden mülhem geleneklerine uyarak bu adla anarlar. –hemen yanındaki Amerikalı’lardan kalan denizaltı barakalarında kurulan ve ilk koşullarda genç leventler beton üzerine dizilmiş can yeleklerinin üzerinde yatarlar,subaylar ise zaten kısıtlı imkanları olan hemen yakınında yer alan orduevinde kalmalarının da imkanı olmadığından ,barakalardaki küçük bölmelerde kalırlar..Ve Türk donanmasına yeni bir amfibi birlik kazandırmanın heyecanını yaşarlardı..O Ordu evi de maalesef depremle birlikte bir çok silah arkadaşımıza da mezar olmuştu ...
İşte tam bu lumbarağzının hemen yanında sivil bölgenin başladığı yerde Yüzbaşılar mahallesi vardır…Yıllar,yıllar önce üssün gelişmeye başladığı yıllarda fındık bahçeleri içinde denizle öpüşen bu güzel bölgede iki denizci yüzbaşı arkadaşın beraberce satın aldıkları küçük bir arsaya iki ev yapmasıyla bölgenin en güzel yerleşim yerinin temeli atılmış ve bu beldenin adı Yüzbaşılar olarak bugüne kadar gelmiştir.Halen bildiğim kadarı ile Gölcüğün en seçkin semtlerinden biridir.İşte o meşum gecede en çok darbe yiyen ve bir kısmı da sulara gömülen bölge de burasıdır…Bir daha yaşanmamasını dileyerek kayıplarımızı rahmetle anıyorum …
İşte bu hafta da gene yıllarca önce TV den anlattığım ve artık baskısı tükenmiş olan “Mesut Günsev ‘le Pazartesi Öyküleri”kitabımda da yer alan “Her Şey Daha Güzel Olacaktı” adlı öyküyle bu olayı anmak istedim ..Ne yazık ki öykünün veya anlatının yazarını bilmiyorum..O zaman yazıyı alıntıladığım Habertürk Blog’ unda maalesef imza yoktu…Rahmet ve selam olsun….
“Her şey güzel olacaktı. Sen, ben ve hayatımız...
Hayallerimiz ve hedeflerimiz...
Seni tanıyıp sevdikten sonra hayatıma dair verdiğim sözler…
Hepsi çok güzel olacaktı, sen de olsaydın…
Seni tanımak, bana hayatı tanımak gibi geldi. Seni tanımak ve senin ideallerini hayata taşıma yolunda beraber olmak için söz vermiş ve bu beraberliği, ömür boyu sürdürme kararımızı nikâhla noktalamıştık. 'Daima mutlu olacağız ve bir gün gelip ölüm muvakkaten ayırsa bile, birbirimizi unutmayacağız.' diye nikâh memuruna söz verdik. Önce kilometre taşımdın, şimdi ise hayat arkadaşım…
Henüz üç aydır seninle aynı evi paylaşıyordum. Henüz üç aydır seninle kitap okuyor, çay içiyor ve hayata aynı pencereden bakıyordum. Evet, henüz üç aydır inanç ve ideallerimizi birlikte paylaşıyor ve henüz üç aydır 'yaşıyordum.'
Mutluydun…
Bunu biliyor ve görüyordum. Senin mutluluğun beni de mutlu ediyordu. Seninle sevginin tılsımını çözmüştük. Evet ebedî bir sevginin kaynağının 'birbirine bakmak' değil, 'birlikte aynı yöne bakmak' olduğunu anlıyorduk...
Senin baştan beri kalıcı güzelliklere olan bağlılığındı seni bana sevdiren. Allah'ın kalplerimize koyduğu muhabbetullah hissi ve oradan yayılan varlık sevgisi etrafa dalga dalga yayılıyordu. Gece ve gündüzümüz hep o sevgiyle aydınlanıyordu sanki. Huzurluyduk… Ve yuvamızın huzur kaynağı belki de senin geceleri sessizce yaptığın o dualardı. Tâ ki o geceye kadar…
17 Ağustos günü seninle alışverişe çıkmış, epey yürüdükten sonra dönüşte annenlere uğramıştık. Onların dualarını almıştık 'iki dünya mutluluğu' adına. Bulaşıcı bir yanı vardı mutluluğun, bizi görenler de neredeyse bizim kadar mutlu oluyorlardı. Eve geç dönmüştük. Yorgun olmamıza rağmen uyumaya pek niyetimiz yoktu. Sen birer kahve yaptın ve uzun uzun sohbet ettik. Önümüzdeki günler hakkında, hedeflerimiz adına, niyetlerimiz adına konuştuk.
Etrafımızdaki insanlara daha çok nasıl faydamız olur, bildiklerimizi nasıl daha çok anlatabilir, bilmediklerimizi nasıl daha iyi anlayabiliriz diye, eserleri nasıl okumalıyız diye, düşündük… O gece bir kez daha inandım senin gönül dünyandaki güzelliklere ve bilmenin sevginin başlangıcı olduğuna…
Saate bakmıştım bir an, üçe geliyordu. "Artık uyumalıyız." diye düşündüm. Sen her gün biraz okuduğun baş ucu kitabından birkaç sayfa okumak istedin. Ben ise tam sana iyi geceler dilemiştim. İşte o an… Ömrümde ilk defa duyduğum o uğultu koptu. Hiç bilmediğim bu uğultu, korkunç bir sallantıya dönüştü. Bu neydi Allah'ım… Sehpanın üzerindeki bardağı bile anında yere fırlatan bu sarsıntı neydi?
Evet, Allah'ın Celâl isminin bir tecellisi olan bu sarsıntıyı kabullenmek gerekiyordu, bu bir zelzeleydi… Gözlerindeki mânânın adı ise acziyetten gelen şaşkınlıktı… Hemen elinden tuttum, ayağa kalkıp kapının eşiğine gittik; ama boşunaydı gayretlerimiz… Sallantı toz bulutu haline gelmişti. Biz dışarı çıkamadan tavan üzerimize çökmüştü. Ben senin üzerine düştüm, portmanto ise benim üzerime…
Ve sen acı çekiyordun. Çünkü kırılan camlar bacağına batıyor, üstüne üstlük ben de hareket edemiyor ve sana acı veriyordum. Sen o kadar ince ruhluydun ki, beni üzmemek için, kendi acını unutup bana hissettirmemeye çalışıyordun.
On sekiz saat bizi fark etmelerini, feryadımızı duymalarını bekledik. On sekiz saat birbirimizin ellerini tutup birbirimize teselli verdik. O durumda iken bir aralık bana 'Eğer ölürsem, seni orada bekleyeceğim.' dedin. Ve on sekiz saat, kim bilir belki de on sekiz ölümü bekledin.
Aradan dört gün geçmişti. Şehir o şehir değildi. İzmit bambaşka bir mekân olmuştu. Ben felâketi biraz olsun atlatmıştım. Senin durumun ise kötüydü. Doktor, bacağının kesileceğini söyledi. Bunu duyar duymaz ikinci bir zelzele ile dünya başıma yıkıldı sandım. Ama sen hâlâ gülümsüyordun. Sen nasıl bir insandın? Ne dünyaya ne de dünyalığa önem veriyordun. Senin için maddenin ve kaybedecek olduğun bir bacağın hiç önemi yok muydu? Hattâ hayatta kalmanın bile…
Sekizinci gündü… Bir kibrit kutusu gibi yıkılan evler, evlerin altında kalan canlar, ümitler... Çığlıklar, 'Sesimi duyan var mı?'lar... İsyanlar, sabırlar… Nice hikâyeler, mucizeler ve gönüllerde derin bir fay hattı… Şehirde keskin bir ceset kokusu ve insanlarda büyük bir hüzün hâkim… Boş arsalar kireçlenmiş toplu mezarlarla dolu…
Evini, annesini, kendisini kaybetmiş insanlar… İnsanların dilinde tek kelime: Deprem.
Fakat sadece bacağın gidecek derken, sen birlikte olacağımız ebedî âleme gittin, geride dolu dolu yaşanmış üç ay ve ideallerini yaşatma azmi kaldı… Elimde, senin en çok sevdiğin çiçek, naif bir kırmızı gülle mezarının başındayım. Artık sen yoksun yanımda, ne de gönül pınarının heyecanları… Sen gittin, geride hüzün, geride ben, gâye-i hayâllerimiz… Şimdi omzumu sıvazlayan yakınlarım, 'Bırakma kendini. Unutur, yeni bir yuvayla yine mutlu olursun.' diyorlar. Aslâ!.. Sen bana o zor dakikalarda ne demiştin? Biz seninle " ötelere" sevdalandık. Şimdi mezarının başında seninleyim. Bu bize yeter…
Ey benim ötelerdeki eşim ve eş ruhum, bana 'unutursun' diyenlere sadece acı bir tebessümle bakıyorum. Biz seninle sürekli "öteleri" aradık. Sen buldun aradığını. Ben ise yoldayım hâlâ. İmtihanın bu en zor anında sabır diliyorum Rabb'imden. Ne olur, seni sevdiğimi, her an dua ettiğimi ve sana kavuşacağım günü şafak sayar gibi beklediğimi bil. Vekillerin En Güzeli'ne emanet ol...”