Hoş Geldin Sonbahar

Hatice İNTAÇ

Türkiye’de, adada, dünyada yaşanan olumsuzluklar nedeniyle pek hoş gelmesen bile, uzun bir yazdan sonra serinleyen havanla hoş geldin. En azından bu sorunlarla kan ter içinde değil de serin serin boğuşuyoruz şimdi. Günler, aylar ve yıllar birbirine ulanarak ne çabuk geçiyor zaman… Yeni yıla girişimiz sanki dün gibi. Yakında onun da adı geçen yıllara karışacak. Oysa neler yaşanmadı ki bu yılda.. Çoğu da insanlık için üzücü şeylerdi. Hâlâ devam eden,  ne zaman sonlanacağı da belirsiz olan bu olumsuzluklar  başını  almış gidiyor. Tıpkı zaman gibi..

Sonbahara ulaştık uzun süren kavurucu bir yazdan sonra. Bu mevsime ait aylar her ne kadar takvim olarak Eylül, Ekim ve Kasımsa da biz adalılar olarak Sonbaharı ancak Kasım ayında yaşarız. Kısacık da olsa…  Eylülle Ekim yaza ulanmıştır buralarda. Hatta adada dört mevsim değil de yazla kış diye iki mevsim var desek daha doğru olur. Bizde baharlar kaşla göz arasında biter. Kendimizi aniden ya yazda ya da kışta buluruz. Baharlık kıyafetlerimizi giyecek kadar bile zaman tanımaz ne ilk ne de sonbahar. Onlar gardıroplarda eskir gider.

Hazan mevsimi diye de bilinen bu zaman dilimi adı gibi bir hüzün mevsimi olarak bilinse de ben ona bir de hatırlayışlar ve anılar vasfını ekliyorum kendimce. Koyulaşan bulutların griye boyadığı gökyüzü, solgun güneş, cıvıltısı azalan kuşlar, çıplak kalmış ağaçlar,  bahçelerde solan çiçekler, sessizleşen sokaklar yalnızlaşmayı da beraberinde getirir bu mevsimde. Kendi içine döner insan. Eski günlerin hatıralarına dalar gayrı ihtiyari. Hele de geçmişi uzun, geleceği kısa olanlar… Rüzgârda savrulup düşen; toprağı sarı, kızıl renkle döşeyen yapraklar ömürlerinden eksilen yılları ve o yılların yaşanmışlıklarını hatırlatır onlara. Acısıyla, tatlısıyla.. Değişen hayat koşulları, insanların hayat tarzlarındaki değişiklikler Sonbahar insanının içini daha da acıtır, onu daha da geçmişe götürür. Çünkü artık onun sevdiği klasik müzik ve şarkılar çalmıyor radyolarda.  Arada bir tesadüfen yakalanan eski bir şarkı daha da depreştirir hatıralarını. Bir zamanlar dillerinden düşmeyen,  şimdiyse zamanın tozlu arşivlerine kaldırılan o şarkılar, artık nadiren ulaşıyor kulaklara ve dudaklara. Ekranlardaki abuk sabuk programları benimseyemiyor, sanal dünyayla mecburen tanışsa da onunla bir türlü barışamıyor. Dünyanın bu günkü keşmekeşliğinden yorgun düşmüştür artık. Çocukluk ve gençlik yıllarının hatıralarına sarılıp onlarla huzur bulmaya çalışıyor. Ailesini, kaybettiklerini, eski dostlarını daha çok özlüyor, onlarla geçirdiği zamanları arıyor. Üstüne üstlük bir de yeni neslin o güzelliklerden mahrum olmasına hayıflanıyor

                                                                 *****

Benim de bu günkü anılar durağım Baf Kasabası oldu. Çocukluğumu geçirdiğim evimiz, saklambaç oynadığımız bahçemiz, mahalle ve okul arkadaşlarımla geçirdiğimiz kaygısız günlerimiz ve o günlerin tüm sorumluluğunu üstlenen, kaygısız yaşamamızı borçlu olduğumuz annem ve babam… Ne yazık ki insan onların değerini, meşakkatini kendi yaşantısında sorumluluk üstlendiği zamanlarda daha iyi anlıyor. Altı kardeşin en küçüğü olmak bazen avantaj, bazen de dezavantaj olabiliyor. Avantajdır çünkü en az iş verilen, en çok ilgi ve sevgi gören oluyor genelde en küçükler. Ben de aile bireylerinden hep bunu gördüm. Dezavantajdı çünkü sorumluluk duygusunu onların bana kol kanat germesinden dolayı geç tanıdım.( Sonradan gereğinden fazla tanıdım ya…)

Gözün alabileceği kadar bahçelerin uzandığı, daha çok dut, incir ve nar ağaçlarının çoğunlukta olduğu yemyeşil bir bahçenin ortasındaydı evimiz.  Kral Mezarları diye bilinen bölgeye ve denize yakın bir yerdeydi. Kasaba merkezinin yanı başında olmakla birlikte tenha bir yerdi orası. Komşularımız azdı ama çok güzel bir yer olduğundan mı, kardeşlerimin arkadaşlarının çokluğundan mı hep kalabalıktık. Yazın başka güzeldi oraları, kışın başka.  Yazın daha hareketliydi çünkü deniz mevsimiydi. O zamanlar şimdiki gibi plajlar çoğunlukta değildi. Biz Kral Mezarlarının yanı başındaki denize giderdik. Mahallenin tüm gençleri, çocukları bir büyüğün eşliğinde olmak kaydıyla giderdik. Bazen bu kuralı çiğner yanımızda büyük olmadan giderdik ama bunun karşılığı dayaklı bir ceza olurdu. Yüzmeyi bilmeyenler denize şişirilmiş araba iç lastikleri ile girerlerdi. Ben de öyle..

Hiç unutmam yine öyle bir yaz günüydü. Sabahleyin bahçeden kabak çiçekleri toplanmış dolmalar yapılmış, piknik sepetleri hazırlanmış, mahalleli bizim evde toplanmış ve güle oynaya denize gidilmişti. Orası genelde dalgalı, hırçın bir denizdi ama çocukluk bu ya biz birkaç kız cankurtaranlarımızla- araba lastikleriyle- kendimizi suya attık ve yarışmaya başladık. Bir ara ayağım bir kayaya çarpınca dengemi kaybettim ve lastiğin dışına çıktım. Lastik gidiyor, ben ona yetişemiyordum. Su da gittikçe derinleşiyordu. Önümde giden arkadaşlarıma sesleniyordum, anlamıyorlardı. Onlar yarışı kimin kazanacağının peşinde ya benim oyun yaptığımı sanıp yardımıma gelmiyorlardı. Dışarıdakiler durumun farkında değillerdi ve ben nerdeyse boğuluyordum ki; bir el beni olduğum yerden çekip çıkardı. Mahallenin  genç çocuklarından biriydi  beni kurtaran.

O zamanlar çocuk denecek yaşta olan o genç de şimdi olgun bir yaşta. Yıllardır onu görmemiştim. Geçenlerde face book sayfasında karşılaştık. Ben hemen o günü hatırladım. Onun o olayı çoktan unutmuş olabileceğini düşündüm. Birkaç satırlık sohbetten sonra üstü kapaklı o günü hatırlattım. Unutmamış. Yine de ben mahcup olmayayım diye sıradan bir olaymış gibi geçiştirdi. Ona göre sıradandı belki ama benim için hayatiydi. Bu olay her aklıma geldiğinde insan hayatının nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu düşünüyorum ve o çocuğa yürekten teşekkür ediyorum.