31 Ocak 1997’de gerçekleştirilen Meclis oturumunda, “St. Barnabas Manastırına Yapılan Silahlı Baskın” hakkında Meclis Araştırma Komitesinin raporu sunulmuştu. O dönemde yaşanan gelişmelere ışık tutması açısından bahsi geçen oturumu yayımlıyoruz.
DÖNEM: III
YASAMA YILI: 1997/4
33’üncü Birleşim
31 Ocak 1997, Cuma
“St. Barnabas Manastırına Yapılan Silahlı Baskın” hakkında Meclis Araştırma Komitesinin konu hakkındaki Raporu.
KOMİTE BAŞKANI ÖZKER ÖZGÜR konuşuyor.
“Cumhuriyet Meclisi İçtüzüğünün 120’nci maddesi uyarınca 14 Mart 1996 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin çok önemli tarihi eserlerinden birisi olan ve halen ikon ve arkeoloji müzesi olarak kullanılan St. Barnabas Manastırı’na yapılan silahlı baskın olayını araştırmak üzere oluşturulan Komitemiz, kuruluşundan itibaren yedi ayı aşkın zaman dilimi içerisinde çalışmalarını tamamlamıştır.
Komitemiz, çalışmalarını sürdürürken öncelikle olay yerinde gerekli incelemelerde bulunmak ve söz konusu baskın olayı esnasında Manastırda görevli olan bekçi ve diğer görevlilerden olayın ne şekilde gerçekleştiği hakkında bilgi almak üzere St. Barnabas Manastırı’nda yerinde inceleme yapmış, daha sonra olayla ilgili gördüğü kişiler ile olayın gerçek nedeninin ne olduğu hakkında bilgi verebileceğine inandığı kişileri Komiteye çağırarak bilgilerini almaya çalışmıştır.
Komitemizin konu hakkındaki çalışmalarını içeren bu Rapor aşağıdaki ana başlıklar altında düzenlenmiştir:
I. ST. BARNABAS MANASTIRI’NA YAPILAN SİLAHLI BASKIN OLAYI NASIL GERÇEKLEŞMİŞTİR?
II. SİLAHLI BASKIN OLAYINDAN SONRAKİ GELİŞMELER
III. KOMİTEMİZİN “CİDDİ İHBAR”IN NE OLDUĞUNUN BELİRLENMESİ YÖNÜNDEKİ ÇALIŞMALARI
IV. SONUÇ
I. ST. BARNABAS MANASTIRI’NA YAPILAN SİLAHLI BASKIN OLAYI NASIL GERÇEKLEŞMİŞTİR?
Ülkemizde ikon ve arkeoloji müzesi olarak kullanılan St. Barnabas Manastırı’na yapılan silahlı baskın 14 Mart 1996 tarihinde saat 19:00 -23:00 arasında gerçekleşmiştir. Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Müdürü, Gazi Mağusa bölge şube amiri ve baskın esnasında görevli bekçiler olayı şöyle özetlemişlerdir:
Söz konusu tarihte saat 19:00 sıralarında albay üniformalı ve üzerinde “Koparır” ismi yazılı bir kişi, silahlı on asker ve iki çavuş Manastır’a gelmişler ve albay üniformalı kişi bekçilere geliş nedenlerinin küçük çapta bir tatbikat olduğu, kendilerine yönelik herhangi bir durum bulunmadığından görevlerine devam etmeleri yönünde bir açıklama yaparak bekçileri içeriye göndermiştir. Beraberindeki askerler St. Barnabas mezarının bulunduğu yöne giderken, kendisi de bekçilerin yanında kalarak onlarla sohbet etmiştir. Bu arada görevli bekçiler askerleri taşıyan askeri araçlardan başka, plakasının CV765 Renault 12 Toros marka sivil bir aracın da Manastır’a geldiğini görmüşlerdir. Motorlu Araçlar ve Kayıt Dairesi Komitemize bu aracın Sivil Savunma Teşkilatına ait olduğu yönünde bilgi vermiştir. Çalışma sistemleri itibarıyla bekçilerin saat 21:00’den sonra mutad olarak bölge polis müdürlüğünü arayıp her şeyin normal gittiği yönünde bilgi vermeleri gerekmektedir. Olay akşamı da albaydan izin alınarak bölge polis müdürlüğü aranmış, ancak bekçiler olayı sıradan bir tatbikat olarak kabul ettiklerinden polisi olaydan haberdar etmemişlerdir. Askerlerin Manastır sahasını saat 23:00’de terk etmelerinden sonra devriye görevlisine haber verilmiş ve mezarın bulunduğu alan gezilerek ne yapıldığı saptanmaya çalışılmıştır. Ancak müze için olumsuz bir durum görmediklerinden o akşam amirlerine haber verme ihtiyacını duymamışlardır. Ertesi günün sabahı yapılan kontrolde müze binasının doğusunda yer alan St. Barnabas mezarının bulunduğu küçük kilise altındaki mezar odasının kuzey doğusundaki orijinal giriş kısmında (Dromos’da) kazı yapıldığı ve bir kısım toprak ile iki taşın avluya taşınıp bırakıldığı fark edilince, durum bölge şube amirine bildirilmiştir.
II: SİLAHLI BASKIN OLAYINDAN SONRAKİ GELİŞMELER:
Silahlı baskın olayından 15 Mart 1996 tarihinde haberdar olan Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Müdürü, olay hakkında bilgi almak üzere öncelikle Güvenlik Kuvvetleri Gazi Mağusa Bölge Komutanını telefonla aramıştır. Bölge Komutanı kendisine askerin bölgede yapacağı her türlü operasyon veya tatbikattan mutlak şekilde bilgisi olması gerektiği, St. Barnabas Manastırı’nda gerçekleşen olay hakkında bilgisi olmadığı ve bu konuda Güvenlik Kuvvetleri ile görüşeceğini söylemiştir. Daha sonra daire müdürünü arayarak konunun büyütülecek bir yanının olmadığını bildirmiştir. Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Müdürü Polis Genel Müdürlüğünü de arayarak olay hakkında bilgi almak istemiş ancak Polis genel Müdürlüğünce de konunun önemli bir yanı olmadığından ileri bir soruşturmaya gitmeyecekleri bildirilmiştir. Milli Eğitim Ve Kültür Bakanı konuyu, gerekli yasal prosedürün çalıştırılması için yazılı olarak Başsavcılığa intikal ettirmiştir. KKTC Başsavcısının bu yazıya atfen verdiği cevap, gerekli soruşturmaların yapılması için evrakların Polis Genel Müdürlüğüne aktarıldığı yönünde olmuştur.
19 Mart 1996 tarihinde dönemin Başbakanı Sayın Hakkı Atun tarafından “St. Barnabas Manastırı’nda meydana gelen olayla ilgili olarak gerekli araştırma ve inceleme yapılmış ve olayın Güvenlik Güçlerimizin aldığı ciddi bir ihbar üzerine gerçekleştirilen bir operasyon olduğu belirlenmiştir. Ortaya çıkan gerçek duruma göre, ikon ve arkeoloji müzesinde herhangi bir hasar ve kayıp olmadığı gibi, alınan ihbarın doğruluğunun saptanmasına yönelik araştırma dışında herhangi bir eylem de söz konusu değildir ”şeklinde bir basın açıklaması yapılmıştır.
Başbakanın basın açıklamasından sonra KKTC Başsavcılığınca Milli Eğitim Ve Kültür Bakanlığına ikinci bir yazı gönderilerek şöyle bir açıklamada bulunulmuştur:
“. . . Konu, Polis Genel Müdürlüğüne aktarıldıktan sonra sizin yurt dışında bulunduğunuz bir tarihte Sayın Başbakanın çağrısı üzerine Meclisteki odasında sizi temsilen Sayın Ömer Kalyoncu’nun da hazır bulunduğu toplantıda konu hakkında Sayın Başbakan bilgi vermiştir. Alınan bu bilgiler ışığında da güvenlik güçlerinin aldıkları bir ihbarı değerlendirerek bu operasyonu gerçekleştirdikleri ve bu yönde de mutabık kalınan bir metin üzerinde açıklama yapıldığını herhalde bilmektesiniz. KKTC Başbakanının güvenlik güçlerinden yaptığı araştırma sonucu yaptığı değerlendirmeye dayanarak yaptığı açıklama devlet radyo ve televizyonlarından yayınlandığı gibi basınımızda da çıkmıştır. Açıklama metninin bir suretini size gönderiyorum. Bu açıklama metninden de görülebileceği gibi yapılan eylem ve davranış güvenlik güçlerimizin aldığı ciddi bir ihbar üzerine gerçekleştirilen bir operasyondur. Güvenlik güçlerinin aldığı ihbarı değerlendirerek yaptıkları operasyonun da bir suç teşkil etmesi kanımca mümkün değildir. Çünkü devletin güvenliğinden bu güçler sorumludur. Sayın Başbakanın yaptığı değerlendirme bilahare yaptığı açıklama da bunun açık ve kesin bir kanıtıdır. Bu açıklama yapıldıktan sonra başlatılan soruşturmanın ileri götürülmesi hiçbir amaca hizmet etmeyecekti. Bu nedenle de Polis Genel Müdürlüğüne verilen sözlü talimatla başlatılan soruşturma durdurulmuştur. Başbakanın yaptığı açıklamadan sonra soruşturmaya devam edilmesi demek bu açıklamanın doğru olmadığını gündeme getirirdi ki böyle bir durumda da Sayın Başbakanın başkanlığındaki hükümete güven duyulmazdı”. . . Başsavcı’nın yazısında belirttiği şekilde Başbakan’ın yukarıda tam metni yazılı olan basın açıklamasını o dönemde Milli Eğitim Ve Kültür Bakanı’nı temsilen Sayın Ömer Soyer Kalyoncu ile mutabık kalınarak hazırlandığına ilişkin iddia üzerine Komitemiz Sayın Ömer Soyer Kalyoncu’yu çağırarak görüşlerini almıştır. Sayın Ömer S. Kalyoncu bu iddiayı kabul etmemiş ve söz konusu basın açıklaması ile kendisinin bir ilgisinin olmadığını belirtmiştir. Konu hakkında görüşleri alınmak üzere çağrılan dönemin Milli Eğitim Ve Kültür Bakanı Sayın Ahmet Derya kendisinin yurt dışında olması nedeniyle Bakanlığına Sayın Mehmet Ali Talat’ın vekalet ettiğini dolayısıyla Sayın Ömer S. Kalyoncu’nun Bakanlığını temsil etmesinin mümkün olamayacağını söylemiştir.
III. KOMİTENİN “CİDDİ İHBAR”IN NE OLDUĞUNUN BELİRLENMESİ YÖNÜNDEKİ ÇALIŞMALARI
Yukarıda bahsedilen gelişmelerden sonra Komitemiz çalışmalarını operasyon nedeni olarak gösterilen ‘ciddi ihbar’ın ne olduğunun belirlenmesi üzerinde yoğunlaştırmış ve öncelikle dönemin Başbakanı Sayın Hakkı Atun’u bilgi almak üzere Komiteye çağırmıştır. Sayın Hakkı Atun Komiteye, kendisinin olayı basından öğrendiğini, bunun teyidini ve gerekli açıklamaları ilgili birimlerden beklediğini ancak beklenen bilgilerin kendisine olaydan dört gün sonra gelmesi nedeniyle biraz gecikmeli olarak basın açıklaması yapabildiklerini belirtmiştir. Sayın Hakkı Atun basın açıklamasında da vurguladığı üzere silahlı baskının amacının Güvenlik Kuvvetlerinin aldıkları ciddi bir ihbarı değerlendirmek üzere yapılan bir operasyon olduğunu ancak operasyonun olacağından önceden haberi olmadığı gibi ciddi ihbarın da ne olduğu hakkında kendisinin de bilgi sahibi olmadığını komitemize açıklamıştır.
Komitemiz daha sonra Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığını temsilen birisini toplantıya çağırmış ancak komutanlık çağrıya uymayıp toplantıya katılmamış, Dışişleri Ve Savunma Bakanlığının Cumhuriyet Meclisi Başkanlığı’na hitaben gönderdikleri bir yazı ile Komitemizi bilgilendirme yolunu seçmişlerdir. İletilen yazılı metinde de ciddi bir ihbarı değerlendirmek üzere operasyonun gerçekleştiği vurgulanmış, ancak ciddi ihbarın ne olduğu belirtilmemiştir.
Toplantıya çağrılarak görüşleri alınan KKTC Başsavcısı Sayın Akın Sait ciddi ihbarın ne olduğu hakkında kendisini tatmin edici bilgiye sahip olduğunu, dönemin Başbakan’ı Sayın Hakkı Atun’un da ciddi ihbarın ne olduğu hakkında bilgisi olduğunu sandığını belirtmiş ancak bu bilgiyi açıklamasının doğru olmadığı gerekçesiyle açıklayamayacağını söylemiştir.
Komitemiz, bütün bu açıklamalardan sonra geldiği noktada St. Barnabas Manastırı’na yapılan silahlı baskın olayının özünü teşkil eden “ciddi ihbarın” ne olduğuna ulaşamamış ve yetkililerin yaptıkları yüzeysel açıklamalarla da araştırmalarını sürdürmesinin kendisini bir sonuca götüremeyeceği değerlendirmesiyle çalışmalarını noktalamıştır.
IV:SONUÇ
Komitemiz kuruluş amacı doğrultusunda araştırmalarını en iyi şekilde sürdürmüş, ancak yukarıda bahsedildiği gibi olayın gerçek nedeninin ne olduğunu ortaya çıkaramamıştır.
Olay tüm yetkili makamlarca iddia edildiği gibi bir güvenlik operasyonu ise Eski Eserler Yasası çerçevesinde gerekli izinler sağlanarak ve gerekli önlemler de alınmak suretiyle operasyonun yapılması gerekirdi. Gerçekleşen olay bu Yasa ile bağdaşmamaktadır. Usulüne göre yapılmayan böyle bir operasyon müzelerimizdeki eski eserlerin korunmasını tehlikeye sokacaktır.
Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Müdürü’nün Milli Eğitim ve Kültür Bakanı’na olaydan hemen sonra gönderdiği yazılı metinde vurguladığı; St. Barnabas müzesindeki bekçilerin, Güvenlik Kuvvetleri Komutanının bilgi ve izni dahilinde silahlı oldukları ve bu olayda silah kullanma teşebbüsünde bulunabilecekleri; olay gizli tutulması gereken bir olay ise tam aksine gündeme getirilebilecek şekilde gerçekleştirildiği ve bu olayı yaşamış ve aydınlatılmamış bir gece bekçisinin aynı olayın aynı kıyafet ve sahnelelerle tekrarlanması durumunda göstereceği reaksiyonun pasif olacağı şeklindeki tedirginliklerine Komitemiz de katılmaktadır.
Komitemize olay hakkında bilgi veren dönemin Milli Eğitim Ve Kültür Bakan’ı Sayın Ahmet Derya, St. Barnabas Manastırı’nda görev yapan bekçilerin Güvenlik Kuvvetleri tarafından eğitildiklerini ve bu bekçiler yeterli ise korumakla görevli oldukları alanın yoklanmasına bir anlam veremediği, şayet bu bekçiler yetersizse ortada daha büyük bir sorun olduğu görüşünü ortaya koymuştur. Komitemiz bu görüşe de katıldığını Raporunda vurgulamayı uygun bulmuştur.
Komitemiz, olayın gerçek nedeninin Bakanlar Kurulu başkanı ile Hukuk Dairesi Başkanı tarafından ortaya çıkarılmaya çalışılmamasını demokratik ve çağdaş hukuk devleti ilkeleri ile bağdaştıramamakta ve böyle bir durumu onaylamamaktadır.
Genel Kurulun bilgi ve değerlendirmesine sunulur.”
***
Ardından rapor üzerine mecliste görüşmelere geçiliyor.
Görüşmelerde söylenenlerin tümünü değil, önemli gördüğüm kısımları tırnak içerisinde aşağıda size aktarıyorum.
İlk sözü FERDİ SABİT SOYER alıyor ve şunları söylüyor:
“…Bir Başsavcının ben bu olay olup bittikten sonra, sonuçlandıktan sonra bu Meclisin Komitesine ciddi ihbarın ne olduğunu söylemeyeceğini diyebilir, der ve bu Mecliste temsil edilen siyasal partiler bunu yutarsa memlekette demokrasi ve hukuk adına ileriye doğru gitme noktasında daha da yürüyecek çok yolumuz olacaktır.”
“Sayın Başsavcı bunu yapmakla Meclise en büyük hakareti yapmıştır. Şimdi ben soruyorum. Bu bütçesi bu Meclisten geçen, bütçesi bu Meclisten onaylanan bu Sayın Başsavcı nerden bu hakkı bulmakta ve Meclis Komitesine bu bilgiyi veremeyeceğini söylemektedir?”
“Sayın Başsavcının böyle bir iş yapmaya hakkı yoktur. Şimdi ben size sorarım. Kurduğumuz herhangi bir Meclis Araştırma Komitesine, herhangi bir kamu görevlisi gelip “ben size konuşmuyorum” derse ne yapacaksınız siz? Hani bu Meclisin saygınlığı? Bu Meclisin yasalarını çıkarıp uygulamakla yükümlü bulunan ve iradenin temsili olan bu Meclisin bu anlamda takılmaması nasıl bir ifade ve nasıl bir sonuç getirecektir? Bir Atasözü vardır. “İmam bilmem ne yaparsa cemaat bilmem ne yapar” diye. Ve bu memlekette Hükümetin avukatı olan bir Başsavcının kendini Meclisin de üstünde addederek. Meclise karşı güvensizliği olan bir noktaya gelmektedir. Kim şımartmaktadır bu insanları sorarım size? Kim şımartmaktadır?”
“Ne demek Güvenlik Kuvvetlerinin temsilcisi, ben gelmem komiteye? Hani bu devlet? Hani bu Hükümet? Ya biz hep beraber bar bar bağırıyoruz ve diyoruz ki Klerides’e, Sayın Klerides, askeri diyalog konusunda ve askerin arındırılması konusunda Güvenlik Kuvvetlerimizin katılmama olgusunu öne sürmen hatalıdır diyoruz. Sen, askeri diyalog konusunda Güvenlik Kuvvetlerimizin temsil edilmesini bu anlamda gündeme getirmemek durumundasınız ve askeri diyalog ile masaya oturmalısın demekteyiz. Ve bizim Güvenlik Kuvvetlerimiz Meclise temsilci yollamıyor. Peki bu nasıl sorgulanacak? Bu nasıl tartışılacak? Bu da mı tabu?”
“Sayın Baylar; şimdi açıkça bu adam diyor ki, “sizi sallamam”. Ulusal Birlik Partisi Meclis Grubu, Demokrat Partisi Meclis Grubu buna bağlı olarak Toplumcu Kurtuluş Partisi Meclis Grubu, hepimiz, bu adam bize diyor ki, “sizi sallamam”. Halktan oy alan, buraya gelen ve memleketin bütün meseleleri ile ilgili sorumluluk yüklenen iktidar ve muhalefet toplamına, yani halkın iradesine “sizi sallamam. Siz kimsiniz? Size ben ciddi ihbarın söylenmesi konusunda endişeliyim. Çünkü siz ciddi ihbarın iletilmesini kaldıramayacak kadar tehlikeli, laubali ve gayrı ciddi insanlarsınız.” Bunun anlamı budur.”
“Buna Meclis kesinlikle dur demelidir. Tartışmalıdır. Ve bu Başsavcının bu Meclise bu ilgili komitesine “ben bilgi vermem” hadisesini ciddi bir demokrasi sorunu, ciddi bir hukuk sorunu, ciddi bir varlık sorunu haline getirip bunun üstüne yürümelidir. O zaman bu memlekette hakikaten dünyaya takdim ettiğimiz gibi, biz saygın bir toplumuz. Rum tarafından eşitlik istiyoruz, bilmem şunu istiyoruz gibi iddialarımızı dayandırabilecek bir zemin oldu. Bunu tercüme edelim ve yollayalım Avrupa Parlamentosuna ki isteriz temsilci ve temsil edilelim ve Avrupa Parlamentosunda okunsun bu ki, Başsavcı bu Meclisin komitesine güvenmediği için ciddi ihbarın ne olduğunu söylemedi. Hangi temsiliyet hakkınız, hukukunuz ve potansiyeliniz odur sizin? Neyiniz olur? Bu kadar siyasal sorunlarda ciddi bir şekilde ilgili bir konudur ve çeteleşmeye bu anlamda bozuşmaya doğru giden bir süreçtir ve bu ciddi bir süreçtir.”
“Güvenlik Kuvvetlerinin hakkı yoktur bu Mecliste temsil edilmem demeye. Ben bu Komitenin çağrısına uymam demeye hakkı yoktur. Buna da kesinlikle hakkı yoktur.”
Sonra söz sırası Mehmet Emin Karagil’e geliyor ve o da şunları söylüyor:
“Başbakan ve Başsavcı bu açıklamayı (basın açıklamasını) koalisyon ortağı temsilcisi ile beraber hazırladıklarını söylüyor. Başsavcı, Başbakanın işte ısrarla (Mehmet Ali) Talat Beyi arattığını fakat o bulunamadığı için Ömer Kalyoncu Bey bu toplantıya çağrıldığını ifade ediliyor.”
“Sayın Ömer Kalyoncu Komitede bu konu kendisine sorulduğunda aynen şöyle diyor. “Evet doğrudur diyor. Başbakan bir açıklama yapmıştır. Bana da bir çağrı yapıldı. İşte diyor Başbakan seni odasında bekliyor. Gittim odasına baktım, açıklama ile ilgili çalışma yapılıyordu. Özel Kalem Müdürü ve Başsavcı da ordaydı ve karşılıklı konuşup metni hazır olan bir metin üzerinde tartışıyorlardı. Bir süre oturdum ondan sonra, bana gerek var mı dedim, çıktım kaçtım diyor. Sayın Ömer Kalyoncu’nun ifadesi bu komitede.”
“9 Ocak 1997 günü Sayın Başsavcı, komitede şu bilgiyi veriyor…. Bu basın açıklaması yapıldıktan sonra, meselenin ileriye götürülmesinin söz konusu olamayacağını orda ben, izah ettim diyor.”
“Sayın Özker Özgür bu konuyla ilgili burda bir gündem dışı konuşma yaptı. Bu gündem dışı konuşmadan da bir ifade okuyayım. St. Barnabas olayının üstüne gitmedik, gidemedik. Şimdi ise başımıza bakınız ne haller geldi diye bir ifadesi var Sayın Özgür’ün o günkü konuşmasında. Araştırma Komitesinde Sayın Usar arkadaşımızın da şöyle bir açıklaması var. 29 Mart tarihinden önceki 29 Mart tarihi Toplumcu Kurtuluş Partisinin Meclis Araştırması açılması önergesi verdiği tarihtir. Meclise önerge verdiği tarihtir. Sayın Usar komitede şöyle dedi. 29 Mart tarihinden önce meclis araştırması açılması konusu cumhuriyetçi türk partisini grup toplantısına geldi. konu oldu. ancak o dönemde buraya çağıracağımız kişilerin bu komiteye gelmeyeceği, araştırma komitesine gelmeyeceği düşüncesinden hareketle bu yönde bir noktada abesle iştigal olacağı yönünde bir kanaat oluştu ve açılmasın dendi sonuçta diyor. Dolayısıyla Cumhuriyetçi Türk Partisi Meclis grubunda bu konuda herhangi bir Meclis Araştırma Önergesi verilmesinin gereksiz olduğu kararına vardı ve bu önergeyi sunmadık diyor Sayın Usar. Tabii olaylar gelişti, Toplumcu Kurtuluş Partisi Meclis Araştırma Önergesi verdi Meclise, çünkü önergemizde belirttiğimiz gibi eğer bir hukuk devletiysek ve yürütme görevini yapmıyorsa Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olmasının en başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhuriyet Meclisinin koruyup kollaması gerekir düşüncesiyle Meclis Araştırma Önergesi verdik.”
“Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu araştırma komisyonunda çalışırken gördüm ki, bir hukuk devleti olmayışımızın sebeplerini fazla uzakta aramamamız gerekir. İşte asker gelmedi, asker bilgi vermedi, asker efendim Eski Eserler Müzeler Dairesinden izin istemedi veya polise haber vermediği konusunun ötesinde bizim kendimize çeki düzen vermemiz gerektiği kanaatine vardım ben bu araştırma komitesinde ve bu Mecliste bulunduğum sürede. Bu olayda yürütme ve yargıyı temsil edenler, bu olayda aydınlatmak için en ufak bir çaba göstermediler çünkü bu olayın gelişimi var. 29 Mart’ta Meclis Araştırma, Meclise Araştırma önergesi veriliyor, bunun üzerinde zamanın Başbakanı Milli Eğitim Bakanına bir yazıyla bunu bildiriyor ve Araştırma Önergesi 5 Nisan’da görüşülecek o güne kadar hazırlıklarını yap diyor. Milli Eğitim Bakanı hazırlıklarını yapmak üzere Sayın Başsavcıyı size gönderdim dosya ne aşamadadır diye bir yazıyla dosyanın akıbetini soruyor. Bunun üzerine 10 Nisan günü Sayın Başsavcı az önce raporda da bulunan ve gerçek bir hukuk skandalı olan, hukukun katli olan söz konusu yazıyı gönderir. Ve diyor ki, Başbakanın odasında biz bu işi hallettik. Ben, bu soruşturmayı devam ettirseydim hükümete karşı bir güvensizlik olurdu. Sen de diyor, bu hükümetin bir üyesisin, hoşuna gider mi hükümete karşı bir güvensizlik oluşmasını? Bunlar komitede etraflıca konuşuldu, Sayın Başsavcı da. Daha fazla üzerinde durmak istemiyorum. E, sayın zamanın milli eğitim bakanı neden 10 nisan 1996’da soruşturmanın sonlandırıldığını, iptal edildiğini öğrendiğiniz zaman neden başsavcıya hayır, bu soruşturmayı sonlandıramazsınız, bitiremezsiniz, devam edin diye sormadığımız zaman da sayın milli eğitim bakanı dedi ki, o tarihte artık konu meclisin gündemine gelmişti, yasama bu işin detaylarını ortaya çıkaracaktı. Dolayısıyla yasamanın bu görevlerini tamamlaması için ben artık Başsavcıdan umudu kesmiştim, yasamaya ilgili dosyayı gönderdim. E, peki değerli arkadaşım; siz parti Meclis grubunda bu konuda Meclis araştırması açılmasının asbestle iştigal olduğuna karar verirken, ne düşünüyordunuz? İşte iktidarda başka, muhalefette başka davranmanın belgesidir bu.”
“Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; komiteye bilgi vermeyen sadece Sayın Başsavcı değildir. Sayın Başsavcı diyor ki, Sayın Başbakan ciddi ihbarın ne olduğunu bana söyledi. Benim diyor, bu ciddi ihbarın ne olduğunu size söylemem gereksizdir, Sayın Başbakana sorun. Sayın Başbakana soruyoruz, ciddi ihbar ne idi? Ben merak edip sormadım diyor, zamanın Başbakanına ben merak edip sormadım diyor, siz komite olarak ciddi ihbarın ne olduğunu öğrenirseniz, size söylerlerse bana da söyleyin. Ve Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; o Sayın Başbakan şu anda yasamanın başkanıdır. Yasama organının başkanıdır ve yasama organının bir komitesine ciddi ihbarın ne olduğunu söylemekten kaçınmaktadır. Durum bu kadar vahimdir.”
Sonra sözü AHMET DERYA alıyor ve şunları söylüyor:
“Göreve geldim ve 10 gün sonra, 10 gün sonra bir mektup aldım. Başbakandan bir mektup aldım. Kişiye özel, ivedi. Bu mektupta Kolordu Komutanının tarih kitabını incelediğini, beğenmediğini ve bu tarih kitabının tekrar bu tarih kitabının TC, KKTC ortak heyet oluşturulsun, milli davayı yeterince anlatmaz bu tarih kitabı baştan yazılsın bu tarih kitabı diye Kolordu Komutanı Hasan Kundakçı Başbakana mektup göndermiş, Başbakan da bu mektubu baz aldı ve bana bir mektup yazdı. Bu mektubu yalnız Başbakana göndermekle kalmadı Kolordu Komutanı, Cumhurbaşkanına, TC Lefkoşa Büyükelçisine ve Genel Kurmay Başkanlığı Ankara diye dağıtım yaptı. Bu mektubu aldım bir kopyasını çektim, tekrar zarfa koydum ve aynen Başbakana iade ettim. Başbakan hemen telefonla aradı ve dünyanın neresinde kaldı dedi böyle bir mektubu kabul etmemek, ekinde askerin mektubunu taşıyan bir mektubu kabul etmek demokrasi anlayışımla bağdaşmaz dedim ve benzer mektuplar gönderirsen iade edeceğim dedim. Bu sadece bir örnektir. Bir başka örnek, bir gün bir haber, asker karar verdi Mağusa Namık Kemal Lisesi, Girne Anafartalar Lisesi, Güzelyurt Kurtuluş Lisesi, Lefkoşa Türk Lisesi ve Türk Maarif Kolejinde 5 lisede 20 Temmuz’a nasıl gelindi diye konferanslar düzenlenecek. Programı kendi yaptı bir albay iki binbaşı görevlendirildi. Kabul etmiyorum dedim. Programı ben yaparım, yerini ben belirlerim, tarihini ben belirlerim. Konuşmacıları da ben belirlerim. Eğer Milli Eğitim ve Kültür Bakanı ben isem. Tarih kitabını da kabul etmediydim iade ettim. Neden? Çünkü eğitim Milli Eğitim ve Kültür Bakanının işidir. Ben gidip eğer komutana tankları yanlış yerde durduruyorsun değiştir bunların yerini demiyorsam o da bana tarih kitabı böyle olacak diyemez. Bu konuda da tavrımız böyle oldu ve konuşmacıları ben belirledim, yerini AKM olarak belirledik, konuşmacılar İsmail Bozkurt, Ergün Vehbi, Hakkı Atun, Albay Sadrazam ve Arif Hasan Tahsin’di, konuşmacıları Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı olarak biz belirledik, tarihini biz belirledik, yerini biz belirledik onlar da uydu. Ancak bunları tellal etmedik. Öyle bir gereksinme de duymadık. Ama demokrasi adına, sivil toplumun, sivil yönetimin iradesine hâkim olması adına gerektiği yerde gerektiği tavrı koyduk. DAÜ’deki olay da böyledir, St. Barnabas da böyledir. Eğer St. Barnabas olayı gerçekleştiğinde hükümette biz olmasaydık ve altını da çizerim Milli Eğitim ve Kültür Bakanı ben olmasaydım hiçbirinizin haberi olmayacaktı.”
“Gelincik Köyünde 70 aile bir gecede reolara doldurulup yurt dışına ihraç edildi. Yeni Düzen Gazetesi’nden başka kim yazdı? Kimin haberi oldu? CTP’den başka kim sesini çıkarttı?”
“İşin doğrusunu isterseniz ben o dönemde olayı (St. Barnabas olayını) sıcağı sıcağına yaşayan birisi olarak, ne bir tatbikat ne de askeri gereklilikten kaynaklanan bir operasyon olduğuna hiç inanmadım ve inanmıyorum, altını çizerek söylerim.”
“Şimdi Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; olayın ertesi günü Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Mağusa Bölge Sorumlusu Bölge Komutanı, raporda vardır, Bölge Komutanını arıyor bölgede tatbikat var mı diye soruyor, var mıydı dün akşam? Hayır yoktu. Peki bir askeri operasyon? Yoktu. Sizin bilginiz dışında olabilir mi? Ne münasebet ben Bölge Komutanıyım benim bilgim dışında olur mu? Eski Eserler Müzeler Dairesi Müdürü olay kendine ulaştığı zaman Güvenlik Kuvvetleri Komutanını arıyor, bulamıyor ve Kurmay Başkanına ulaşıyor. Olayı soruyor, haberim yoktur diyor. Bölgede ne bir tatbikat ne bir askeri operasyondan haberim yok diyor. Yani Güvenlik Kuvvetlerinin Mağusa Bölge Sorumlusu haberi yok. Şeyin de, Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığının Kurmay Başkanının haberi yok ve bu bir askeri operasyon. Sonra bir askeri operasyon, şimdi ben yeri gittim gördüm, St. Barnabas’ın mezarının olduğu yere inildi ve tarihi giriş kapısı Dromostan taşlar söküldü, toprak çıkarıldı sonra tekrar yerine konmaya çalışıldı tabii kazılan topraklar aynı yere sığmadığı için artırdılar dışarı dağıttılar. Onun içerisinde askeri operasyon. Ne ararlardı ki onun içinde, saklanan adam? Saklanan silah? Nasıl askeri operasyon? Neydi aradıkları? Nasıl inanayım askeri operasyon olduğuna.”
“Şimdi Komitenin oluşturulması, çalışması ve komitedeki gelişmelerle ilgili birkaç söz söyleyim. Bir kere Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığının Komiteye temsilci göndermemesi ben bir nezaketsizlik örneğidir demeyeyim sivil otoriteyi tanımama, Meclisi tanımama anlayışının bir yansıması olsa gerek diye düşünüyorum ki bu yalnızca Cumhuriyetçi Türk Partisinin sorunu değil herhalde bu parlamentonun sorunudur ve bunu hafife alıp asker buraya gelmemişse bu demokrasimiz açısından önemlidir demek yersizdir gibi ifadeler talihsiz ifadelerdir diye düşünüyorum. Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığının temsilcisini mutlaka göndermesi gerekirdi Komiteye. Göndermemesi bu anlayışın bir yansımasıdır. Yani sivil idareyi, sivil otoriteyi takmama, tanımama, Meclisi tanımama anlayışının bir yansımasıdır. Başsavcının Komiteye bilgi vermeme, bilirim ben operasyonun gerekçesini ama söylemem yaklaşımı, her ne kadar Meclise saygısızlıktır Meclisi takmama diye nitelendirilebilirse, ki öyledir, bir başka açıdan da ele almak isterim ben. Aslında ne diyecekti Başsavcı düşünürüm ben. Benim de bilgim yoktu diyebilirdi. Ama eğer sana da bu konuda yeterli bilgi vermediyseler o zaman soruşturmayı niye durdurdun sorusu ile muhatap kalacaktı. Önemli bir gerekçe yoktu demeye de çekindi. “Bilirim de söylemem” dedi. Yani ondan kaçmaya çalıştı, bundan kaçmaya çalıştı, Meclise saygısızlık yaptı. Asında önemli bir gerekçe de yoktu. Yani bu askeri operasyonun, askeri operasyon denmesini gerektirecek bir şey yoktu. Başka birtakım gerekçeleri vardı. Elbette ki Albay Cahit Koparır’la, Sivil Savunma Teşkilatı Başkanının (Galip Mendi) kendilerince bir gerekçeleri vardı. Ne gömdülerdi zamanında ne ararlardı veya neydi maksatları, niyetleri? Kendilerine göre bir gerekçeleri vardı. Ama askeri bir gerekçeleri yoktu. Dolayısıyla olmayan bir gerekçeyi nasıl uydurup söyleyeceklerdi? Askeri operasyon gerekçesi. Askeri operasyon dediler ve orda kapatmaya çalıştılar. Nasıl olsa askeri operasyon deyince memlekette herkes inanacak ve sus olacak. Biri bunun altını kazmayacak ya sorsun bu askeri operasyonun gereği. Onun için attılar ve öyle çıktılar. Ha sorulunca, altı kazılmaya başlayınca, neydi bu askeri operasyon? Ne bulacak adamlar da söylesin sana? Bulamadılar bir şey söylesinler.
HÜSEYİN ANGOLEMLİ (Mağusa) (Yerinden) – Bulmuşlar.
AHMET DERYA (Yerinden) (Devamla) – Bulmuşlar evet. Ne bulacak da söylesin? Bir şey bulamadı ve dedi ki, “eh, bilirim ama söylemem. Çağırın dönemin Başbakanını söylesin.” Neyi bilir de neyi söyleyecek? Kapat dediler, sus, kes sesini, kapat dediler. Tıpkı bana haber verdikleri gibi. Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Müdürüne, “söyle bakanına kapatsın bu meseleyi” diye haber verdikleri gibi. Ha, bize gönderdiler susmadık, kapatmadık biz. Gündeme gelmesini sağladık, Sayın Karagil de diğer Meclis üyeleri de öğrenmiş oldu veya kamuoyu öğrenmiş oldu. Ama Savcıya kapat dediler, Savcı da kapatmanın yolunu aradı, bu kadar kapatabildi.
İRSEN KÜÇÜK (Lefkoşa) (Yerinden) – Sayın Bakan, size kim demişti? Hangi makam demişti ilk önce onları söyleyin. Onları da söyleyin de bilelim hangi otoritedir.
AHMET DERYA (Devamla) – Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Müdürü kendisine Kurmay Başkanı tarafından bu yönde bir telkinde bulunulduğunu söyledi.”
“Savcının tavrı Savcının tavrı bilgi vermem demesi son derece yanlış bir tavırdır, Meclis bu konuda da önlem düşünmelidir ama en önemlisi benim üzerinde durmak istediğim en önemli yan Savcı suç işlemiştir Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; şimdi bir Başsavcı yürütmenin bakanına veya Başbakanına suç duyurusu veya bir milletvekili suç duyurusu üzerine polise talimat vererek bir soruşturma başlatabilir. Ama bir bakanın veya Başbakanın talimatıyla bu soruşturmayı durduramaz. Bu noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Şimdi ben yazılı olarak Başsavcıya gönderdim. Başsavcı da polise yazılı olarak soruşturma başlatmasını bildirdi. Dosya gönderildi. Bunu yaptıktan sonra dönemin Başbakanı basın toplantısı düzenledi ve basın toplantısında askeri operasyondur dedi diye bu işlemi durduramaz Başsavcı. Bunu durdurduğu anda suç işlemiş olur durduramaz. Değil Başbakanın basın açıklamasından dolayı, Başbakan talimat dahi verse bunu durduramaz Başsavcı bu işlemi. Durdurursa suç işlemiş olur. Şimdi yürütmeden herhangi birisi suç işlediği zaman bu kürsüye gelir suç duyurusunda bulunuruz ve Başsavcıya suç duyurusunda bulunuruz. Başsavcı suç işlemiştir suç duyurusunu kime yapalım. Bu konuda Başsavcı suç işlemiştir. Başsavcı başlatılan soruşturmayı durdurmakla suç işlemiştir. Bunu yapmaya hakkı yoktur. Bu da bir suç duyurusudur. Meclisin bu konuyu da değerlendirmesi gerekir bunları değerlendirirken. Saygılar sunarım.”
En son da ÖZKER ÖZGÜR söz alıyor ve şunları söylüyor:
“…Bu toplumda erk başkalarının elindedir. bu toplumda erk parlamentonun, yürütmenin elinde değildir. Ama bu somut gerçekliğe karşın biz ne yazık ki kendi kendimize çeki düzen vermek istemiyoruz. Seçim zamanı gelir kendi aramızda yarışırız, parlamentoda şu parti bu parti çoğunluğu sağlar, hükümete gelir ama ben Başbakan Yardımcılığını yapmış birisi olarak gördüm ki, yaşadım ki bu ülkede partiler hükümete gelebilir, fakat iktidara gelemezler. olay budur, gerçeklik budur. Erk bizim elimizde değildir. Biz toplum olarak kendi kendimizi yönetmiyoruz. Somut gerçeklik budur ve bunun üzerinde durmak lazımdır.”
“Yürütmenin başı, yani Başbakan basına bir demeç verdi ve dedi ki ciddi bir ihbar üzerine bir operasyon gerçekleştirildi ve ciddi ihbarın ne olduğu konusunda da kendisi sanki tatmin olmuş gibi öyle konuştu. Öyle bir mesaj verdi kamuoyuna ki “ben tatmin oldum bu ciddi ihbar konusunda. O nedenle bu işin üzerine gitmek gerekmez” gibi bir yaklaşım içine girdi. Kim? Yürütmenin başı. Yani Başbakan. Fakat kamuoyu tatmin olmadı. Bu ülkenin yasama organı da tatmin olmadı. Yani bu Meclis de tatmin olmadı ve hem kamuoyu hem bu Meclis, hem yasama organı bu ciddi ihbarın ne olduğunu öğrenmek istedi. Öğrenmek istedi ki bu parlamento oturdu ve bu konuda bir karar aldı bir Araştırma Komitesi kurdu. Fakat biraz önce de belirttiğim gibi toplum kendi kendini yönetmediği için, yani demokrasimiz gerçek anlamda çoğulcu demokratik bir düzen olmadığı için ne yazık ki bu ülkenin organları yani yasaması, yürütmesi, yargısı, hukuk dairesi, vesairesi bu ciddi ihbarın ne olduğunu ortaya çıkaramadı. çünkü toplum kendi kendini yönetmemektedir. toplum eğer kendi kendini yönetseydi bu ciddi ihbarı çoktan ortaya çıkarabilirdi. Ülkede erk parlamentodaymış gibi görünür. Fakat ne yazık ki, erk başkalarının elindedir ve bu olay bunu çok açık biçimde ortaya çıkarmış bulunmaktadır. demek oluyor ki sorun bir rejim sorunudur. açık.
Yani Başkanlık sistemi mi, parlamenter sistem mi, o tür bir tartışmaya girmeden önce bu tartışmayı sonuçlandırmamız lazımdır. Toplum kendi kendini yönetecek mi, yönetmeyecek mi? önce buna yanıt aramamızdır. sorun çünkü toplumun kendi kendini yönetip yönetmeyeceği sorunudur. Ben şahsen ciddi ihbarın dönemin Başbakanı tarafından bilinmediğini sanıyordum. Gerçekten samimi olarak Başbakan bilmiyordu gibime geliyordu bu ciddi ihbarın ne olduğunu. Fakat Başsavcının Komiteye verdiği bilgilerden anlaşıldı ki, Başbakan ciddi ihbarın ne olduğunu biliyordu ve Komiteye çağırdığımızda da biliyordu. Yürütme adına kamuoyuna demeç verirken de biliyordu. Buna rağmen Başbakan Komiteye geldi, o dönemin Başbakanı Komiteye geldi ve “hayır” dedi. “Ciddi ihbarın ne olduğunu o zaman da bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum.”
Sonuçta anladık ki, komutanlık olayı kapatın dedi ve akan sular durdu. Olay budur. Sorun budur. Tekrar ediyorum. Sorun bir rejim sorunudur. Sorun kendi kendimizi yönetip yönetmeyeceğimiz sorunudur. Aynı durumu DAÜ öğrencilerinin sınır dışı olayında da yaşadık. DAÜ öğrencileri sınır dışı edileceğinde, Bakanlar Kurulu oturdu ve karar aldı. Bu öğrenciler sınır dışı edilmeyecek dedi Bakanlar Kurulu. Fakat Bakanlar Kurulu kararına karşın, öğrenciler sınır dışı edildi. Demek ki bu ülkenin ne yürütmesini ne yasamasını dinleyen bir makam vardır.”