Rahmetli babam hep anlatırdı. Ne demek istediğini açıklamazdı. Başınıza geldikçe yorumlar anlarsınız derdi. Savaştan hemen sonra kaçmayıp yerinde kalan Karpaz’lı bir Rum anlatmış bu hikâyeyi; Bir zamanlar, memleketin birinde, bir çoban varmış. Günlerden bir gün, ormanda davarını otlatırken, kendinin olmadığı bir kuzucuğun acı çığlıklarını duymuş. Süratle sesin geldiği yere yönelmiş ve kurdun parçalamak olduğu kuzucuğu kurtarmış. Kınalı kuzucuk çok çok sevilmiş. Çoban onu korumasına almış. Gel zaman git zaman kuzucuk semirmiş, maşşallahlık bir koç olmuş. Çobanın tanıdığı iltimasla sürünün en başında böbürlenip gezmekteymiş. Hikâye bu ya! Zaman geçmiş ve koç yaşlanmış. Performansı düşmüş. Elden ayaktan kesilmeye başlamış. Yaklaşan bayram için bir köşeye ayrılmış. Artık kurban edilecekmiş. Canlısının işe yaradığı gibi, ölüsü de para etmeli. Ya Bismillah! Palayı bileyen kasap sayesinde ne olacağını hemencecik anlayıvermiş. Başlamış acı acı bağırmaya. Neredeyse dile gelecek. O kadar acı ve anlamlı bağırıyormuş ki çoban da kurbanı adayan da merak içinde kalmış. Hayvanların dilinden anlayan Hazret-i Süleyman çağırılmış hemen. Hazret kulak kabartmış ve anında olayı çözmüş. Sahip merak içerisinde sormuş. Ne diyor? Hazret anlatmaya başlamış: “ Ya sahip! Mademki beni besleyip büyüttükten sonra kesecektin, küçükken hayatımı neden kurtardın? Kurtla senin aranda ne fark var şimdi?” diye soruyor demiş. Hikâyemiz bu kadar. Arif olan anlar… Kurtarıp beslediysen kesmeyeceksin! Keseceksen de hiç kurtarmayacaksın! Beslediğinin de, kurtardığının da, yaptıklarını yüzlerine vurmayacaksın.