Kıbrıs adasının daha da küçük olduğu dönemlerde fakir ama mutlu hayatlar sürerdik. Evimizin her odasında televizyon yoktu. Üstelik telefonumuz bile yoktu. Mahallede birilerinin telefonu vardı belki ama telefon görüşmesi yapmak pahalıydı o zamanlarda. Hatta çok acil bir ihtiyaç, ölüm kalım meselesi olduğu zaman kullanılırdı telefonlar. Ben, renkli televizyon sahibi olduğumuz günü çok iyi hatırlıyorum. O güne kadar siyah beyaz televizyonun olduğu bir evde yaşayan şanslı bir çocuktum. Siyah beyaz düşlerde renklere özlem duyarken, renkli televizyon seyretmek için komşunun evine gittiğimizi hatırlıyorum. Komşumuzun uzun misafirliklerimizden usanması ile “anneniz sizi çağırıyor” yalanlarını da hatırlıyorum masum, çocukça dünyamda. Eskiden süpermarketler yoktu. Köy bakkalından veresiye yapılan alışverişlerimiz vardı. Üstelik Cumartesi günleri geldiğinde, annemiz bizi bakkalda “ekmek kalmayacak” endişesi ile yollar, ekmekleri ellerimiz ile yoklar ve en yumuşak olanını seçerdik. Alternatifler çok fazla değildi ve biz o alternatifsizlikte mutlu bireyler olarak yaşardık. Tek eğlencemiz televizyondu sanki. Onda bile alternatifimiz yoktu ve farkında değildik bu gerçeği. 1980’li yılların başında ya dönüşümlü BRT-TRT yayınını seyreder, ya PIK’te heyecan ile Türkçe sunulan haberler sonrasında yanılmıyorsam haftada 1 Cuma günleri gösterilen, güneydeki Kıbrıs Türk köylerinden, anne veya babamızın doğduğu köyün o hafta gösterilmesine dua ederdik. Teknoloji o zamanlarda hayatlarımızı esir almamıştı. Radyolardan dinlediğimiz şarkılar cızırtılıydı. Walkmen denen mucize geldiğinde ise ya fiyatları çok pahalıydı veya kalitesizleri kolay bozuluyordu. Aslında walkmanlerin kulaklıklarının ne kadar çok bozulduğunu hayal ederken bile o ruh halimize geriliyorum. Bizim çocukluk zamanlarımızda teyp içine sıkışan, şeritleri kopan ve hatta becerikli olanların kasetleri kurtardığı dönemleri yaşadık. Her evde plaklar vardı ancak plak çalarlar tükenmişti. Biz evimiz diye bildiğimiz evlerin aslında bizim olmadığını hissederdik ama kimse dile getirmezdi bu sırrı. Herkesin evinde kullandığı, alakasız eşyalar vardı. Bu eşyaların evlerimizde sırıttığını bilirdik çocuk aklımızla. O eşyaların Rumlardan kalma ganimet eşyalar olduğunu, çok sonraları öğrendik. Evlerimizde tanımadığımız Rumların resimleri saklanırdı. Hatta bu resimlere dokunmak, resimlerle oynamak yasaktı. Biz o resimlerin neden yasak olduğunu anladığımızda insan olduğumuzu da fark ediverdik. 30 yıl sonra sınırların karşılıklı geçişlere açılması ile sunduk o emanet bıraktıkları fotoğrafları. Soğuk kış gecelerinde üzerinde Sanayi Holding yazan sobalarda ısındı birçoğumuz. Yaz günlerinde ise Bixi Cola içtik tadının garipliğine aldırmadan. Şimdi yeni bir nesil var. İlk uçak anısı olmayan, teknolojik gelişmelerin önemini fark etmeyen, hafızalarına Küçük ev, Köle Isaura, Katherine Chancellor, Victor Newman, Bobby, Sue Allen gibi isimlerin hafızalarda yer etmediği bir film, dizi, aksiyon enflasyonu yaşanıyor. Yazının başında da dedim ya, dünyamız küçüktü, fakirdik belki ama kocaman yüreklerimiz vardı bizim. Küçük dünyamızda büyük hayaller taşırdık. Şimdi kendi çocuklarımız için endişe etmekte haksız mıyız?