KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞMAK

Hatice İNTAÇ

Ağaçlar son yapraklarını da dökmeye başladı. Sarı kızıl yapraklar yakında yerini çıplak kalmış üşüyen dallara bırakacak. Havalar gittikçe soğuyor. Sabahın habercisi kargalardan; güne neşe katan kuş cıvıltılarından eser yok. Sokaklar artık daha tenha, daha sessiz. Kış geldi… Şimdi onun saltanat zamanı.. Rüzgâr, Soğuk, yağmur ve dolu zamanı…  

Kışın soğuğu, doğanın giderek çıplaklığa bürünmesi zirveye ulaştıkça, farkında olmadan insan da o ıssızlığı hem bedeni hem ruhuyla giyinmeye başlar.  Doğanın uyku zamanıdır kış. Sadece doğa değil; onun en önemli parçası olan insanın da uyku zamanı. Bedeniyle olmasa bile ruhuyla uykuya hazırlar kendini bu mevsimde insan da..  İlkbaharın coşku veren neşesi, yaz güneşinin dışa döndüren enerjisi ve sonbaharın dingin hüznünün ardından kış, bir teselli gibi gelir. Bu mevsim ruhu dinlendirme, uyutma ve unutma zamanı olarak da nitelenir bazılarınca. Unutup da gelecek olan mevsimlere yeni ümitlerle başlama zamanıdır belki de.

Kışın o karanlık soğuğu belki de en çok okul çocuklarının ruhuna sızar. Sıcacık yatağından ve belki de en tatlı rüyasından zoraki uyandırılıp da okul için hazırlanmak ve soğuk havada okul yolunu tutmak zor gelir onlara. Ancak okul ikinci bir yuva gibiyse, o yuvadaki arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sıcağında kısa sürede yeniden ısınır. O zaman okula gitmek işkence olmaktan çıkar ve tatlı bir heyecana dönüşür.

Okul, öğrenci, öğretmen söz konusu olunca nedense çok tanıdık bir duygu geçmiş yılları aşıp gelir, içimizdeki çocuğu yeniden canlandırır. Eski yaşanmışlıklar, zaman hiç geçmemiş gibi hatıra olmaktan çıkar ve yeniden hayat bulur. O yılları en canlı haliyle yeniden yaşatır. Hem de en saf çocuk kalbinin heyecanlı atışlarını duyarcasına. Her ne kadar bazılarına göre kış bir uyuma ve unutma zamanı diye nitelense de ben ona daha çok içe dönüp eskileri hatırlama zamanı demeyi daha uygun buluyorum. Çünkü yaşadığımız bazı şeyler unutulmaya çalışılırken bile daha da çok hatırlanır çoğu zaman.

Keşke kar da yağsaydı  bu küçük adaya. Ne yazık ki bazı yıllar sadece Beşparmaklar ve Trodos’lara yağan kar haricinde Kıbrıs’ta kar görmek pek de olası değildir. Loş hava, rüzgâr ve yağmur doğayı olduğu kadar insanın ruhunu da karartırken bunun tam aksine kar neşe ve coşku verir insana. Uzun yıllar yaşadığım İstanbul’da kışın en sevdiğim şeydi karda yürümek. Hele lapa lapa yağıyorsa; ağaçlar kardan çiçekler açmışsa ve toprak saflığın ve temizliğin simgesi olan beyazlarını kuşanmışsa… Oysa kötü bir de hatırası vardır bende karın ama o hatıra bile onu sevmeme engel olamadı.

                                                             *****

İstanbul’la ilk tanıştığım yıldı. Üniversiteye yeni başlamıştım ve şehrin ilk kışıydı benim için. Yurtta kalıyordum. Hafta sonuydu ve o günü iple çekmiştim çünkü Beyoğlu Maksim Gazinosunda Zeki Müren’i dinlemeye gidecektik abim ve arkadaşlarımla. Ezelden beri çok sevdiğim ve sesine hayran olduğum sanatçıyı göreceğim duygusu bile heyecan veriyordu bana. Arkadaşlarla hazırlanmış beklerken, hayatımda ilk kez tanık olduğum kar yağışı başladı. Lapa lapa yağıyor, pamuk gibi serpiştiriyordu. Hayran olmamak mümkün değildi. Yağmurda bile dolaşmayı seven ben karı görüp de durur muydum?.. Nitekim duramadım  ve daha ilk kez tanıştığım o karda düşüp kolumu incittim. Arkadaşlar daha yerden beni kaldıramamışlardı ki abimler yurdun kapısında belirdi. Bir şey oldunsa doktora gidelim sorusuna cevabım tabii ki “hayır” dı. Konserden ve Zeki Müren’den vazgeçemezdim. Nitekim vazgeçmedim de.

Şahaneydi konser ama benim kolum gittikçe daha çok acıyordu. O kadar ki artık bir elimi dizime vurarak alkışlıyordum muhteşem sanatçıyı. Konser nihayet bitti. Yer altında bulunan gazinodan çıkarken kolumun ağrısı artık dayanılmaz olmuştu ve son basamakta nihayet kendimi kaybettim. Tabii ki istikamet Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hastanesi oldu. Kolum dirsekten kırılmıştı... Yurda kolumda ağır bir alçıyla dönüşüm, aylarca okula gitmekteki zorlanışlarım bile beni kara küstürmedi. Karın saf ve temiz beyazlığıyla huzur bulan ruhumla arama ne o kırık ne de o ağır alçı asla giremedi.

Düşmek çok kötü bir şey.. Gündüz kıvrandıran, gece uyutmayan ağrılı, sancılı bir durum.. Bir de başka anlamda düşmeler vardır ki o daha da kötü… Bedenle ilgisi olmayan ama, kalbi kıran, ruhu yaralayan, vicdanı tedirgin eden “gözden düşmeler..” Değer verdiğiniz, inandığınız bir insanın aslında sizin verdiğiniz değere layık olmadığını anlayarak artık ona değer vermeme durumu diye de tanımlayabiliriz gözden düşmeyi. Ancak bunu yaparken de unutmamalıyız ki hiç kimse, kendimiz de dâhil olmak üzere “sütten çıkmış ak kaşık” değiliz. Buna rağmen bazılarımız karşımızdakinin en ufak hatasını bile kabul edemiyor onu hemen gözümüzden düşenler listesine ekleyebiliyoruz. Bazen de tam aksini yapıyor bizi arkamızdan vuran, sadece çıkarı olduğu zaman yanımızda duran, yalanlarla duygu sömürüsü yapan, hakkımızda kötü şeyler söyleyenleri affedebiliyoruz. Oysa esas gözden düşürmemiz hatta hayatımızdan tamamen çıkarmamız gereken onlardır.

Bir başka düşme de insanın kendi kendinin gözünden düşmesidir. Nietzsche’nin tanımına göre “insanın kendi alevinde yanması” yani hatalarıyla yüzleşip pişmanlık duyması, üzülmesi hatta utanması gerektiğinin bilincine varmasıdır ki bu daha çok vicdanla alakalı bir durumdur ve bunun ayırdına varmak aslında bir erdemdir. Çünkü kendini sorgulamak, özeleştiri yapmak, hataları düzeltmenin tek yoludur. Yani Nietzche’nin dediği gibi insanın kendi alevinde yanması; marifetse o yanan ateşin küllerinden yeniden doğmasıdır. Tıpkı bir Anka kuşu gibi…