Martı

Mesut GÜNSEV

Geçenlerde rüyamda martılar gördüm. Benim en sevdiğim, denizlerin o sokak çocukları beyaz , zarif güzel martılar mavilikler içinde çığlıklar atarak uçuyorlardı. Profosyonel denizcilik günlerimde özellikle Marmara’da peşimizden uçarak koşan martıları Akdeniz’de bizimle yarış eden yunusları güverteden seyretmek boş zamanlarda en çok keyif aldığım ”iş”lerden biriydi..Aslında nadir aylaklık saatlerinde kendinle hesaplaşmanın ve hayallere dalmanın kaçamaklarıydı bu seyirler. Yolu İstanbul’a düşüp de ya o güzelim vapurların arkasından gelen martılara simit atmamış , veya köprünün üzerinden onlara ekmek uzatmamış çok az kimse vardır. Hele İstanbul’lu çocuklar atılan simitleri daha havada iken kapan şehir hatları vapurlarının  takipçisi martılar onların çocukluk hayallerinin en güzel kareleridir.   Richard Bach tarafından 1972 yılında yazılan ve aslen masal tadında uzun bir öykü olan”Martı” –adı Jonathan Livingstone’ dir-hemcinsleri gibi sadece yemek peşinde koşmayan, birbirleri ile kavga etmeyen sıra dışı bir martı olan Jonathan’ın hikayesini anlatır.İnsanoğlunun da güzel bir şekilde eleştiren ve ders verici nitelikte de yazılmış dünya edebiyatında da önemli bir yeri olan bir kitaptır “Martı”. Çocukluk arkadaşım Milliyet’ in de blog yazarı Nadir Kalbinur ,o incecik ama güzelim ,başucu kitabını ve Martı Jonathan Livinsgtone’ nu bakın nasıl anlatmış satırlarında:   “Richard Bach’ın  MARTI  adlı güzel kitabını okuyalı 12-13 sene oldu sanırım. Kitabın kahramanı martı Jonathan’ın diğerlerinden farkı yemek değil, uçmaktı.  Yazarın martılarda gözlemlediği aşağıdaki özellik ve prensip, başka kuşlarda da var mıdır bilinmez ama sanki uçan kanatlılar  anayasının en önemli maddesi gibiydi. ‘’Bilirsiniz ki martılar hiçbir zaman sendelemez ve öyle düşüvermezler. Havada denge yitirip düşüvermek onlar için bir utanç, bir yüz karasıdır.’’   Martı Jonathan’ın sıradan bir martı olmadığını gösterme gayreti ve cesareti,  zaten sevdiğim bu kuşları deniz kenarında oturduğum için biraz daha merak ve ilgiyle izlememe sebep olmuştu.  Onları çok fazla gözlemlememe  rağmen hiç birinin Jonathan gibi gerekli olandan fazlasını öğrenmek için çaba sarfetmediğini farkettim.  Uçuşlarının tek sebebi gerçekten de yiyeceğe ulaşıp kıyıya dönmek.  Denizlerde de pek yiyecek kalmadığından, şimdilerde   çer, çöp ile kıyıdan, çöp kontenyerlerinden  besleniyorlar zaman zaman.   Bu nedenle oraların sahibi kargalarla ‘’it dalaşı’ ile başlayan  kovalamacalar, bazen  çete savaşlarına dönüşüyor.  Sürüler halinde savaşıyorlar.   Bu savaşlar sonucu verilen zaiyatlar, tabiat kurallarının ne kadar  acımasız olduğunu gösteriyor,  merhamet duygusunun hayvanlar arasında bile belki de bilinçli olarak farklı dağıtıldığını  açıkca gösteriyordu.   Kanadı kırılmış yavrusunu kedilere kaptırmamak, onu yaşatabilmek için bir karga sürüsü kediden, insana, arabaya kadar herşeye saldırıp, pike yapıyorlardı.  Bir hafta sonra bir su birikintisinden su içmeye çalışan karga yavrusuna biraz dikkatli bakıp,  sakat olduğunu anlayana kadar, üstüme pikeler başlamıştı.  Yavrularını bir haftadır yaşatmayı başarmışlardı.   Karşı evin damında 2 senedir bir martı ailesi yavru yapıyor. Biz onların nasıl büyüdüğünü izlediğimizden ‘’torun’’ diyoruz. Geçen yıl 3 torun kazasız belasız büyümüştü. Koca bir tavuk haline gelene kadar uçamıyorlar. Güneşi sevmiyorlardı. Ancak güneş gittikten sonra anneleri onlara yeme, yürüme ve kanat geliştirme eğitimi veriyor.  Gündüz anneleri yiyecek getirirse birkaç dakika ortaya çıkıyor,  zar zor besleniyorlardı.  Anne yiyecek dağıtımında pek cömert değil, hatta epey de bencil.   Bu yaz, karşı damda 2 torun vardı. Bayağı da büyümüş, kısa uçuşlara başlamışlardı.  Mas mavi  denizleri varlıklarıyla süsleyen, çığlıkları rüzgarla yarışan bu güzel hayvanlara olan tüm ilgi ve sevgimi yeniden sorgulayan olayı gördüğümde sabahın çok erken saatleriydi.  Yavrulardan biri dam kenarındaki oluğa kadar gelmiş,  aşağı düşmek üzereydi. Belli ki yaralıydı. Ne olduğunu bilmiyorum. Nasıl bu hale gelmişti?. Doğrulmak istiyor, başaramıyordu. Kafasını kaldırıp, kaldırıp adeta kurtarılması için yalvarıyordu. Etrafta başka martı yoktu.  Hemen altta bir güvercin pencere üstündeki panjur kutusunda  keyif yaparken, bir serçe, neşeli çığlıklarla oradan oraya uçuşuyor,  yükseklerdeki kırlangıçlar, kendilerine has uçuş şekilleriyle adeta dans ediyor ama oluk kenarında birinin canı fena halde yanıyor, kimse de umursamıyordu. Her zaman baca üstünde nöbette olan anne veya baba da yoktu.   Sonra kardeşi geldi. Onu sevdi. Dakikalarca etrafında dolaştı. Kursağındakileri verdi ona ama onu oradan kurtarmaya gücü yetmezdi.  Güneş tüm acımasızlığıyla yaralı martının tepesindeydi. Merakla beklediğimiz anası geldi ilgilenmedi, bakmadı bile. Diğer martılar da ilgilenmedi. Umutlar azalırken yaralı yavru son bir gayretle kendini oluğun içine attı ama gücü azalıyor, sesi hiç çıkmıyordu. Sık sık kaldırdığı başını görünce hala yaşadığını anlıyor seviniyorduk   Ertesi sabah kıpırdanmalarından yaşadığına sevinemedik. O sıcak bir yandan, açlık, susuzluk  diğer yandan, bir de terkedilmiş, vefasızlık, bir koca gün umutsuzca acı ve ıstırap çekmekten başka bir işe yaramayacaktı.  Daha sonraki gün bu eziyet sona ermiş, gözümüzün önünde  yaşanan bu dramdan arta kalan cansız, tam beyazlaşmamış, kırçıllı bedenini  oradan temizleme işi,  bir acımasızlık ve vefasızlık örneği olarak, yine onların gözü önünde bir kargaya düşmüştü.   Richard Bach, martı Jonathan’ı anlatırken, aslında onun diğerlerinden olan farkını anlatıyordu. Onların, yaralanan yavrusunu artık uçamaz diye derhal gözden çıkaracak kadar  acımasız, yardım çığlıklarına sırtını dönecek kadar uçma yasasına bağlı olduklarını eminim ki anlayamamıştır.   Çünkü gururun bu kadarı da fazlaydı.   Denizin süsü, rüzgarın sesi, Martı’nın gerçek yüzünü gördüm. Uçuşlarına doyum olmuyordu fakat yürekleri fırtınalar kadar sert, dalgalar kadar asi idi.  “   Kitapçı raflarında bu küçük cep kitabını bulursanız alın, okuyun..armağan edin…Bir “başucu” değil” başiçi” kitabıdır “Martı”.Okuduktan sonra bizler gibi başka gözle de bakmaya başlayabilirsiniz bu zarif yaratıklara…